# Benlik
Az önce cephenin sağında kulaklarımı çınlatan bir gürültü koptu. Başımı çevirdiğimde Tanrı’nın parlayan kıvılcımını ve Şeytan’ın siyah dumanını gördüm. Duman, sis, çınlama ve ölüm… Kan ve vahşet… Savaş alanında küller toprağı bile griye boyar. Birileri, umutlanmayın diye gökyüzünün rengini çalar. Tüfeğime sımsıkı sarıldım. Arkadaşlarımın çoğu o dumanın altındalardı. Yakında üzerime kül olarak yağacaklardı, tabi ben de küle dönüşmez isem. Tüfeğimin süngüsünde bana bakan gözle baş başa kalınca durumun vahimliğini daha iyi anladım.
Hatırlıyorum da bütün bunlar yaşanmadan önce, hem de çok çok önce, kasabamızda ailecek gittiğimiz ufak bir kilisemiz vardı. Ufak bir yer olduğundan sadece bir penceresini renkli mozaiklerle süsleyebilmişlerdi. Çocukluğumda en sevdiğim şey bu küçük cam parçalarında kendi yansımamı izlemekti. Ailemi ve arkadaşlarımı zorla oraya sürükler ve gördüklerini tarif etmeleri için ısrarcı olurdum. Her bir renk sanki kendimin farklı bir yanını gösterirdi. Böyle olsa gerek ki kimsenin en sevdiği yansımam aynı değildi.
Annem her zaman kutsal bakireyi örten elbisenin mavisini seçerdi: “En çok bu halini seviyorum. Deniz gibisin, dalgalı, inişli çıkışlı ama bazen de sakin. Bazen öfkene yenik düşüp köpürsen de çoğu zaman ılımlısın, sakince etrafını okşuyorsun. Aynı zamanda gök kadar uçsuz bucaksız ve özgürsün. Biliyor musun, mavi kutsaldır. Sen de ablan gibi benim için kutsalsın.” Çocukken sanırım gerçekten de biraz öyleydim. Büyüyünce daha durgun hale geldiğimi düşünsem de annemi ziyaret ettiğimde o kiliseye her gidişimizde yine de o maviyi seçerdi.
Babam ise dinden biraz uzak bir adamdı. Annemi kırmamak için bizimle kiliseye gelirdi. Mozaiğe saçılmış, belli belirsiz noktalara konulmuş, renk katmaktan başka amacı olmayan mor taşları gösterirdi: “Oğlum sen çok asilsin. Yaşıtların gibi gereksiz tartışmalara girmiyorsun. Kibar ve onurlusun. Güçsüzü koruyup, zorbayla çatışırsın sadece. Aynı zamanda iyi bir ara bulucusun. İleride eminim iyi bir diplomat olacaksın. Mor kraliyeti simgeler. Benim minik prensimsin. Bazen bana çok benzediğini düşünüyorum, galiba bazı şeyler babadan oğula miras.” Şimdi düşününce küçük bir çocuğa ne kadar garip vasıflar yüklüyordu. Belki de olmamı istediği şeyleri sayıp beni cesaretlendirmek istemişti. Haklı olduğunu ise zaman gösterdi. On altı yaşımda Tanrı’yı sorgulamaya başlamıştım. On yedimde ise babamı inancımla birlikte toprağa verdim. İyi bir diplomat olmak dışında tüm kehanetleri bir bir tuttu. Belki yaşasaydı o da olurdu ama ölümüyle birlikte sorumluluklarım arttı ve baba mesleğini devralıp marangozluk yapmaya başladım.
Aralarında belki de en ilginci ablamdı. Kundaktaki kremi işaret ederdi: “Sen çok saf bir çocuksun. Hayır, hayır. Kötü anlamda demiyorum bunu. Çok iyi niyetlisin, bazen sana yapılan kötülüğü anlamıyorsun. Özellikle biraz daha ufakken hiç anlamazdın. Bazen senle tartışırdık ama haksız olsam da gelir özür dilerdin. Lekesiz ve berraksın. Sahip olabileceğim en iyi kardeşsin.” Bu söylediği şeyleri hiç hatırlamıyorum. Belki de anaç yanı baskın bir insandı, ondan dolayı böyle konuşuyordu. Babam öldükten sonra çok büyük bir kavga ettik ve o günden beri onu bir daha görmedim. Düğünüme bile katılmak istemedi. Annem bazen beni merak ettiğini ve hala o saf kardeşi olup olmadığımı sorduğunu iletirdi. Onu son görüşümün böylesi günahkar bir an olacağını hiç hayal etmemiştim.
Bu oyunu bıraktıktan yıllar sonra küçük bir erkek kardeşim doğmuştu. İnancımı kaybetmiş olmama rağmen, ablamla aram açıldıktan sonra bir gün onun zoruyla o kiliseye günah çıkarmaya gittim. Günah çıkarttıktan sonra gözüm mozaiğe ilişince bu konuyu açtım ve onun fikrini merak ettim. Biraz düşündükten sonra şöyle dediğini hatırlıyorum: “Bütün resmi aydınlatan şu sarı ışık dalgaları gibisin. Bana öncülük edip benim için karanlıkları def ediyorsun. Sen olmasan hayatta çoktan kaybolmuştum. Tanıdığım en güçlü ve en parlak insansın. Senden iyi bir abi hayal edemiyorum.” Bu sözleri o gün duyduğumda bir saate yakın ağlamıştım. Onu haksız çıkarmak istercesine güçsüz yanımı göstermiştim ama o ağlamamın beni daha güçlü kıldığını söylemişti. Babam olmayınca ona babalığı ben yaptım.
Arkadaşlarım türlü türlü farklı renkleri işaret ederdi ve hepsinde şaşkınlığa uğrardım. Kimse için aynı insan olmadığımı o zaman fark ettim. Bunca yüzüm varken beni kim, neden, ne için sevecek diye düşünürken biricik karımla tanıştım. Bir gün bir dolap yaptırmaya gelmişti. Gördüğüm en tatlı gülüşe sahipti. O gün bir konuda anlaşamamıştık ve biraz tartışmıştık. Yanımdan ayrıldığında serseme dönmüştüm. Alnındaki çizgileri sadece güldüğünde değil kaşlarını çattığında da sevdiğimi fark etmiştim. Hemen annemle konuştum ve ailesini bulduk. Özür diledim ve barıştık, sonrası zaten bilindik bir süreç. Ben inanmasam da o çok inançlıydı. Düğünün kilisede olması şart diyordu ve o küçük kilisede düğünümüzü yaptık. Düğünden sonra onu da mozaiğe götürdüğümde Tanrı’nın oğlunun giysisindeki kırmızıyı işaret etti ve hiç unutamayacağım kısa bir iki cümle kurdu: “Bu sensin. Kırmızı onun insani yönü. Her şeyden önce bir insansın ve en önemlisi de bu.”
Savaş başlamadan birkaç ay önce küçük bir kızımız olmuştu. Onu da oraya götürüp düşüncelerini duymayı çok istemiştim. Hayatın ironisi işte bu. Şimdi burada renksiz, kokusuz ve tatsız bir haldeyim. Bir bıçağın ucundayım. Sanırım en gerçek halim bu yansımam. Sayıların içinde bir yerlerdeyim. Sadece bir ölüyüm.