# Pudenda Origo Act I Chapter I
Göz kapaklarım, bir eve Güneş’in girmesini sağlamak için pencerelerin önünden çekilen perdeler gibi aralandılar. Gördüğüm şey bir ışık değil, tanıdık ve eski bir karanlıktı. O tanıdık karanlık, her sabah sevgilisinin göz bebekleriyle buluşan bakışların, aşkla dolu koyuluğun içinde kaybolması gibi gözlerimde kayboluyordu. Bakışlarında birbirlerini gören aşıklar gibi karanlığın içinde kendimi görüyordum, gözbebeklerimde ise karanlığın kendisini izlemesini hissedebiliyordum.
Karanlık bana bakıyor, beni izliyor ve beni çepeçevre sarıyordu. Sakinleşmesi için kundaklanan çocuğun çaresiz eylemsizliği ile yatıyordum. Hareketimi sınırlayan bu örtünün altında, Tanrı’nın zamanı yaratmadan önceki yalnızlığı gibi yapayalnızdım. Hayır hayır, zamanı yaratmasından sonraki gibiydi bu. Dışarıda olup biten her bir hareketliliğin bu kumaşta yarattığı dalgaların, önce beni bir beşiğin insanın dengesini bozarak aptallaştırması gibi sallamasını hissediyordum ve sonra her bir dalganın gücünü kaybetme pahasına genişlemesini, sonsuzluğu kapsayan bir hiçliğe dönüşerek çevremi sarmasını izliyordum. Tanrı da yaratım sonrası böyle hissetmiş olmalıydı. Kendisine dokunmayı başaramayan sonsuz canlının yakarışlarının titrek etkileri içinde yalnızlığa katlanmış olmalıydı. Kendisini anlamayan ama onları anlamasını bekleyen insanların yakarışlarının beyhude çığlıklarının arasında ne hissediyordu acaba? Her insan kendi ufak dertlerini ona zorla kabul ettirmeye çalışırken O sadece kendisine eşlik edecek bir şey istemişti belki de. Biz ise kendimizi merkeze koymaktan hiç vazgeçmedik. “Parıldayıp duran şu insanlara bak! Onların birer birer sönmelerini nasıl izleyebilirsin?” diye yakarırken asıl sönmekte olanın Tanrı olabileceğini hiç düşünmedik.
Böyle bir konumda olan herhangi bir canlının beklemekten ve düşünmekten başka şansı yoktur. Ben de bekledim. Günlerce beklediğimi düşündüğüm anlar oldu ve sonra günleri düşündüm. Zamanın akışının değişkenliğini algılayamayışımın dehşetiyle doldum. Gün neydi? Güneş doğup batmıyorsa benim için günler yok muydu? Günler benim için de olmalıydı ama uyuyup uyanmam olmadığı kesindi. Hem bu Güneş’in bir günü değil miydi? Her bir insan kendi gününü daha farklı hissedebilirdi. Bazıları Güneş için geçen bir haftanın sonunda hissediyordu belki. Bazıları tek bir gününü yaşayamadan ölüyor olabilirdi. Böyle olmasa Tanrı altı günde nasıl her şeyi yaratabilirdi? Dinlendiği yedinci günün uzunluğuna bakılırsa acelesi yoktu. Yedinci gün benim burada yatmam olabilirdi. Tanrı’nın bir parçası olabilirdim. Yalnızlığımı da açıklardı bu durum. Tek bir gün geçiremeyen bir insan ne yapardı? Kaynağından çıkıp daha büyük bir şeye dönüşme hevesiyle kendini yitiren bir ırmağın alıklığıyla hareket etmeyi seçebilirdi. Benim gibi eylemsizliğiyle var olup kendini yitirmeme pahasına buharlaşıp yok olan kaynağın inatçılığına da sahip olabilirdi. Tanrı bir kaynaksa yaratımla akmayı mı seçmişti? Kendinden daha büyük bir şeye akabilir miydi? Tanrı bir paradokstu. Akıyor ve buharlaşıyordu. Gidebileceği ve yok olabileceği bir yer yoktu. Kendine akıyor ve buharları kendine geri damlıyordu. Yalnızlığı ve anlaşılmazlığı tam da bu yüzdendi.
Bir barajın akıntısını kestiği, her bir çarpışında çırpınışının beyhudeliğini köpükleriyle ispatlayan bir ırmağın, taşarak potansiyelindeki uçsuz bucaksız yerlere ulaşma amacıyla akmaya devam etmesi gibi çırpındım. Çevremi saran bu sakin şey, sonsuz olduğu kadar bir hiç olduğunu, her bir zerremin ufak bir alana hapsolmuş olduğunu bana hissettiriyordu. Ayağa kalkamıyordum hatta genleşemiyordum, iki büklüm yatıyordum. Bir annenin rahmindeki bir fetüs gibi tüm dünyam daha geniş bir ihtimalin içinde karanlık bir odadaydı ve ben bu odada bile bir kesenin içinden çıkamıyordum. Kollarımı büzüp, dizlerimi karnıma çekip, başımı eğdim. İşte şimdi gerçek bir fetüs olmuştum! Henüz insan olmamış bir şey, kolayca vazgeçilebilir bir şey. Gerçi hiçbir zaman insan olamazdık. Embriyo, fetüs, bebek, çocuk, genç, yetişkin, yaşlı olurduk. İnsan olmaya hiç vaktimiz yoktu. İnsanı ötekileştirmekten hep çok büyük bir keyif aldık. Böylece insan olmanın sorumluluğunu üzerimizden atabiliyorduk. Ben de henüz hiç doğmamış oluşumla kendimi rahatlatıyordum ama insan da henüz doğmamıştı. Doğmuş ise de ölmüştü. İnsan da benim burada sıkıştığım gibi zamanın sonsuzluğunda ufak bir keseye sıkışmış, ne ileri ne de geri gidebilmişti. İnsan, Tanrı’nın rahmindeki bir fetüstü. Zaman bir annenin rahminden çok da farklı değildi. Şefkatli olduğu kadar dengesiz, uçsuz bucaksız olduğu kadar sınırlayıcı, içindekilerin çırpınışlarına müdahale edemeyen bir dış güç. İnsan doğduysa, doğumuyla da ölümünü garanti altına almıştı. Doğuma ihtiyacı yoktu ama ölüme ihtiyacı vardı. Bu yüzden de ölmüştü. Geriye bizi, hilkat garibelerini bırakmıştı. Rahat bir koltukta huzurlu bir şekilde ölmeyişinin hıncını çıkarmaktan vazgeçmemişti.
Kozmik bir örümceğin zamanın ve mekanın ötesinde, sonsuzlukta ördüğü ağının ortasında tuzağa yakalanan bir böcektim. Ağa yapışmıştım ve hareket edemiyordum, çırpınmaktan enerjim tükenmişti. Örümcek ise yuvasını çoktan terk etmişti. Beyhude bir yerde, beyhude bir çırpınışın mahkumuydum. İlk günlerde, sesimi duyurabilirsem birisi beni kurtarabilir diye düşünerek çığlıklarımla bir senfoni bestelemiştim. Sonraları ise ses tellerim, fazla gerildiğinde kopan gitar telleri gibi birer birer koptu ve ben de eşyanın sessizliğine katıldım. Hiçliğin sessizliği gibi imkansız değildi bu, eşyada her zaman ihtimaller vardı. Tanrı’nın sessizliği gibi hiç değildi. Tanrı özgürdü, bilinçli bir suskunluktu onunki. Benim başka bir seçeneğim yoktu. Sessizlik, tıpkı kalabalık bir topluluktaki her bir sesin birbirine karışıp anlamsız bir gürültüye dönüşmesi gibi büyüyüp anlamsız bir hiçliğe evrildi. İnsanın aklını yitirmesi için çok şey gerekir, sessizlik tekil değildir, sessizlik her zaman çoktur.
Benim mahkumiyetim çoktan belirlenmişti. Bu karanlık ve sessizlik bana daha doğmadan önce ayrılmıştı. Tanrı’nın kendi sözleriydi bunlar. Utancım denizin dalgalarının köpürmesi gibi azacaktı, öyle demişti ama ben utanmıyordum. Utanılacak tek eylemim doğmaktı. Acım daha ben doğmadan tahsis edilmişti, çektiğim hiçbir acı için utanmıyordum. Onları bir savaşta sancak taşıyan askerler gibi savaşa bir katkım olmadan ama gururla taşıyordum. Tanrı’nın ilk emrini uygulayan bir biçare yüzünden buradaydım. Tanrı emri uygulandığı için kimseyi cezalandıramazdı, cezalandıramamalıydı. Tanrı’nın ikinci emrini uygulayabilmek adına sürdürdüm hayatımı. Emirleri bitmek bilmeyen O’ydu. Üçüncü emrine de tam şu an uymuyor muydum? Öyleyse neydi bu cezam? Ceza sandığımız şeylerde bir ödül, bir lütuf mu vardı? Bir annenin şefkatinin tek koşulunun öncesinde gelen azarlar olması gibi Tanrı da hürmetini gösterebilmek için buna mı ihtiyaç duyuyordu? Tanrı da bir anne kadar kutsal ve aciz miydi?
Zihnimin karmaşasının yarattığı fırtınanın merkezinde, her şeyin etrafında döndüğü ve hareketsizliğiyle fırtınaya ait olduğu kadar onun dışında kalan o noktadaydım. Bu kaosun içinde Tanrı’ya bakan fırtınanın gözüydüm ama Tanrı benimle ilgilenmiyordu. Yaptığı bir hatadan utanç duyan bir çocuk gibi gözlerini kaçırıyordu. Yaratımın mahcubiyetini taşıyarak ayaklarının dibine bakıyordu. Ben onu suçlamıyor, azarlamıyordum. Sadece onu anlamaya çalışmıştım. Benimle ne ima etmeye çalıştığını bilmek istemiştim. Böyle içten ve fıtrata uygun bir yakarış vardı bakışlarımda. O sessiz kaldı. O bakmadı. O uzak durmayı seçti. O yalnız kaldı. O beni yalnız bıraktı. O her şeye kadirdi ama hiçbir şey yapmamayı seçti. O…
Böyle bir yakarışın ortasında O bana bir ışık gönderdi. Karanlık ve dar bir mağarada inzivaya çekilen kuluna bir emir vermek için gönderdiği meleğin bütün mağarayı aydınlatması gibi bütün dünyamı aydınlattı. Bir emir yoktu, sadece aydınlık vardı. Annesinin rahminden çıkan bir bebeğin ilk kez gözlerini dünyaya açtığında her bir ışının gözlerini yakması gibi, ilk kez nefes aldığında ciğerlerin oksijenle yanması gibi gözlerim içten içe yanmaya başladı. Bu yangını söndürmesi için sirenlerini açıp mahalleye son hız giden itfaiyeler gibi gözyaşlarım gözlerime yetişti ve bütün bir tarlayı suların altında bırakıp mahveden sağanak bir yağmur gibi akmaya başladı. Lütfuyla bile cezalandıran, cezasıyla bile lütuf veren bu Tanrı’yı anlamak imkansızdı. Öyle bir anda kulaklarımı tok ve kalın bir erkek sesi tırmaladı. Bu bir emir değildi. Tekrar uyumamamı, gözlerimi açmamı rica ediyordu. Emir vermiyordu, lütfen diyordu. Ellerimle gözlerimi ovaladım. Yattığım yerden oturur bir pozisyona kalktım. Karanlıkta ışığın girmesine izin veren bir delik açılmıştı, sessizlik bozulmuştu, bedenim tekrar hareket etmişti. Bu bir mucizeydi!