# Yılbaşı Gecesi
Göğün karanlığa bulandığı bir vakitte gezintiye çıkmışlardı. Dondurucu olmayan ama insanın için ürperten cılız bir rüzgar eşliğinde, denizi sağ kanatlarına alarak yürüyorlardı. Şehre gelirken onu en çok heyecanlandıran şeye karşı şimdi kayıtsızdı. Kafasını çevirip ona bakmaktansa solunda ona eşlik eden arkadaşıyla konuşmayı tercih ediyordu. Denizin sakin ama istikrarlı sesleri bütün bu sohbete büyülü bir hava katıyordu. Hayallerin ve hayal kırıklıklarının toplamından oluşan bu sohbet yaklaşık yarım saat kadar onları oyalamayı başardı. Sohbeti bölen ve susmaya iten ilk şey, sonunda biraz oturup dinlenmelerine izin verecek boş bir bank bulmaları oldu.
Siyah katran sakince dalgalanıyordu. Aşağı ve yukarı, acele etmeden, tıpkı hayat gibi. Bu huzurlu görüntünün bir parçası olmak istedi. Arkadaşına, denize atlamayı düşündüğünden bahsetti. Atlasaydı olabilecekler üzerine spekülasyonlarda bulundu. Arkadaşı, hazırcevap bir şekilde peşinden atlayıp onu mutlaka çıkaracağından bahsetti. Annesinin “Arkadaşın atlasa sen de mi atlayacaksın?” şeklindeki söylemini düşündü, düşünce yüzünde bir tebessüme kıvrıldı. Arkadaşı “Hem sen de emin ol batmamak için savaş vereceksin,” dedi. Tüm hayatı bu savaşla geçmişti, bu savaşı bırakmak için yapacağı eylemin sonucunun tekrar bu savaşa dönmesi ironik olurdu. “Hayır, bu senaryoda çırpınmak yok. Hem oldukça derin duruyor, çırpınsam da çıkamam,” dedi.
Denizin berraklığını seyretmeye devam ederken zihni bulandı. Bir adım ileri, bir adım daha, en fazla üç adımda denizle zemini ayıran yaklaşık 50 santimetre boyundaki korkulukta olabilirdi. İdam sehpasına çıkar gibi son bir basamak, sonra suyla buluşacaktı. Bu hayali yaşamaya başladı. Koştu, denizle karayı, ölümle yaşamı ayıran o ince basamağı tırmandı ve atladı. Teni soğukla buluştu. Bütün bu soğukluğa eşlik eden sıcak ve içten bir kucaklamayla deniz ona sarıldı. Annesini düşündü, deniz şüphesiz şuan annesiydi. Onu hayata getirmişti. Şimdi de onun rahminde hayatını veriyordu. Olabildiğince fazla su yutup batmalıydı, batmassa onu bulur ve çıkarırlardı. Sakince yüzen güvenlik teknelerinin onu fark etmemesi hayati bir önem taşıyordu. Evet, ironik ama hayati bir önem… Hem o teknelerin amacı insanları güvenli bir alana götürmek değil miydi? O, tam şu an, en güvenli hissettiği yerdeydi. Deniz fenerlerinin belli belirsiz ışıltılarını seçebiliyordu, battıkça ışık suda çözünüp hiçliğe karışıyordu, tıpkı onun gibi. Zamanla bedenini balıklar tüketecekti, bir olan yaşamı binlerce olacaktı. Bir olan bilinci ise hiç olacaktı. Onun için yaşamın ve varlığın sonu buydu: Bilinç kaybı. Kristalize olmuş bedeninden arta kalanlar bir sanat eseri gibi sergilenecekti. Onun sanatsal değerini asla anlamayan gözlere… Anlaşılmayacaktı, zaten anlaşılmamıştı.
Tam o anda arkadaşı onu dürttü. Hala burada olup olmadığını sordu. “Evet, buradayım,” dedi. Az önceki ana kadar burada olmadığını itiraf edemedi. Refleksif olarak verdiği cevapları hatırlamıyordu. Söylenen sözler bir arkaplan gürültüsü gibi bir kulağından öbürüne gidip hafızasından çıkmıştı. Buradayım demişti ama o hala denizin dibinde çürüyordu. Bu fanteziden kopamamıştı. Konuşmada kendine yer bulamayınca sonunda burada olduğunu ama burada hissetmediğini itiraf etti. “Bir samimiyetsizlikle karşılaştığımda gerçekliğin içinde değilmişim gibi geliyor,” diyebildi. Neyin samimiyetsizce geldiğini fantezisinde ölürken istemsizce ona söylediğinin farkında değildi. Arkadaşı onu rahatlatmaya çalıştı. Sanki az önce boğulduğu denizi hatırlatır gibi serin bir rüzgar yüzüne vurdu. Boynundaki atkısını biraz sıkmak için başını göğe kaldırdı.
Bu siyah kubbeye bağlı bir ipe boynunu geçirdiğini hayal etti. Atkısını sıktı. Bu gece ölümle ikinci buluşmasıydı. Bu sefer o sehpaya adımını atmamıştı ama ruhu gökten aşağı sallanıyordu. Bu fikir ona çok hoş gelmedi. Huzurdan eser yoktu. Rüzgar durmuştu ama o ürperdi. Hayal gücünün dehşetinden ürperdi. Kafasından bu düşü silebilmek adına atkısını tekrar gevşetti. Gözünü aşağıya, denize yöneltti. Siyah diye düşündü. Kapkaranlık ve eksik… Neyin eksik olduğunu anlaması çok uzun sürmedi. Tezini doğrulamak adına yukarıya baktığında onu gördü. Aslında görmedi çünkü görülecek bir şey yoktu. Ay yoktu, Yeniay konumunda istirahate çekilmişti. Eh, tabi o da bir tatili hak ediyordu. Bu keşfi karşısında gülümsedi. Herkes yılda bir gelen o günün telaşındaydı, ayda bir gelen o fenomene kimse dikkat etmemişti. Aslında her gün yılda bir kez gelirdi, tam da bu yüzden hiçbiri çok da önemli değildi. Bu keşfini arkadaşından da gizledi.
Saat geç oldu gibi bir bahaneyle arkadaşını dürttü. Otopilota bıraktığı sözlerinin kontrolünü tekrar eline almıştı. Yürüdüler ve bir durağa gittiler. Beklemeye başladılar. Beklemek bir cehennem azabıydı onun için. Bundan bahsedebilirdi ama sustu. Aklında bahsetmek istediği başka bir şey vardı. Hayatın sonu üzerine konuşmak istiyordu. Az önce sonlandırdığı hayatı onu heyecanlandırmıştı. Daha önce okuduğu bir kitaptan tam da net olarak hatırlamadığı bir iki cümle çıktı ağzından. Hayatın aslında ölümle değil, hayatta bir değişiklik yapma ihtimalinin bitmesiyle sonlandığından bahsediyordu. “Aslında hepimizin yüzlerce, binlerce hayatı var. Her bir ihtimalin ölüşünde bir hayat bitiyor. İkimizin de canını sıkan asıl mesele bu: Artık o konu hakkında değişiklik yapamayacak olmamız. Artık sen ve ben bir ölüyüz,” dedi.
Otobüs geldi ve bindiler. Sanki özgür iradeleri yokmuşçasına sabah oturdukları yere gidip oturdular. Bunu otururken düşünmüştü ve gülünç gelmişti. Özgür iradeden bahsederken verdiği otobüs örneğini yaşamış olmak, özgür olmadığının farkında olmak ona korkutucu gelmemişti, aksine komik bulmuştu. Arkadaşı ona gerçeklikten kopmakla ne anlatmak istediğini sordu. Birkaç cümle geveleyebildi. “Buradalık” duygusunun kaybından, bir gözlemci gibi hissettiğinden, sanki yer ayağının altında kımıldıyormuş gibi hissettiğinden bahsetti. “Bu konuşmayı muhtemelen hatırlamayacağım çünkü burada değilim,” dedi. Haklıydı, çoğu şeyi hatırlamıyordu.
Eve girdiklerinde duşa girmesi gerektiğini söyleyip durdu. Ağlamak istiyordu, onca gürültünün altında rahatça ağlayabileceğini düşünmüştü. Kendisini rahatlatacağını bildiği bu mekana girmekten kaçar gibi oyalanıp durdu. Sonunda teslim oldu. Duşa girip yıkanmaya başladığında kendini temizliyormuş gibi hissetmedi. Sanki bir ölüyü yıkıyordu. Birkaç saat önce öldürdüğü şeyi temizliyordu. Suyun altında bıraktığını düşünmüştü ama buradaydı işte. Bu bir günah çıkarmaydı. Bu kutsal bir şeydi. Şiddet sonrası arınma ayini… Temizlenmiş hissetmedi çünkü ağlayamadı. Bir ölüm olduğunda zaten ağlayamazdı. Kendi ölüsü de bu durumu değiştiremedi. Çıktı ve kıyafetlerini bir kefen gibi giydi. Cebi olmayacağını düşünerek ceplerindeki ufak tefek birkaç şeyi çıkardı ve kenara koydu.
Salona geçti ve arkadaşının yanına oturdu. Boşluğa baktı. Bütün bu yaşadığı şeyden habersiz olan arkadaşını süzdü. O da yorulmuştu ve artık kendi dertleriyle meşguldü. Tekrar boşluğa döndü. Ne kadar olduğunu hatırlamadığı bir süre bekledi. Sonunda dışarıdan sesler gelmeye başlamıştı. Havai fişekler sanki kendisi için çalan çanlar gibi, sevinçli haykırışlar kendisi için yakılan ağıtlar gibi hissettirdi. Artık gerçekten bir ölüydü. Aynı zamanda da yaşıyordu. Ölen şey o olduğu kadar ondan başka bir şeydi. Şu anki yaşamı yeni bir yaşamdı. “Takvim bir şeyleri değiştirmez, değişmesi gereken insandır,” diye düşünmüştü. Bu yeniden doğumla değişeceğini ummuştu. Sonuçta ama yine kendisiydi. Yeni olan şey eskiden çok da farklı değildi. İçindeki huzursuzluğu giderecek bir şey bekledi ama o şey asla gelmedi. Biraz daha bekledikten sonra yatmaya gitti. Yarın uyanacaktı, yine başka bir seçeneği olmadığı için toz kahveden birazını bir bardağa dökecekti, sonra üzerine biraz sıcak su ekleyecekti. Kahvesini saat yönünde karıştırmaya devam edecekti.