# Pudenda Origo Act I Chapter III
Tökezleyip düşen gözlerime sıcak ve kucaklayıcı bir el uzandı. Bu elin, tökezlemesine sebep olan varlıktan geliyor olması şaşırtıcıydı, şaşırtıcı olduğu kadar da gerçekti. Zıtlıkların bir bütünü olarak karşımdaydı. Uzanan o eli tutup gözlerimi tekrar açtım. Açık denizler kadar mavi bir gök yukarıda asılı kalmış gibiydi. Beyaz koyunların bir otlakta yemlenmesine benzer şekilde sayısız, irili ufaklı bulut göğün bazı kısımlarını kapatıyordu. Hafif bir rüzgar narin dokunuşlarla saçlarımı okşuyor ve bütün bu göğü bir deniz gibi dalgalandırıyordu. Koyunlar statik bir canlı olmaktansa, sakince bu denizde yüzüyorlardı. Güneş bütün bu manzaraya inanılmaz dokunuşlarda bulunuyordu. Sadece onu tamamlamakla kalmıyor, onu var ediyordu. Gözlerimi kucaklamasıyla bu yeri görüyor ve tanıyordum. Vücuduma yaptığı ince dokunuşlarla kendimi tekrar sıcak ve ait hissediyordum.
Sıcak hava yavaşça boğazımdan içeri giriyor ve ciğerlerime doğru ilerliyordu. Ciğerlerimin içinde ufak hava kesecikleri genişliyor ve misafirperver bir ev sahibi gibi her bir zerresini kabul ediyordu. Kanıma karışıyor, bütün bedenimin içinde dolaşıyor ve bir parçam haline geliyordu. Saygılı bir misafir gibi ziyaretini tamamladığında geldiği yoldan geri dışarı çıkıyordu. Değişmiş olarak, benden bir şeyler kopararak geri havaya karışıyordu. Dışarısı böylece beni hem bedenimin içinden hem de dışından sarmalıyordu. Kendim dediğim şey bütün bunların arasında bir sınır, bir kapıydı. Soluduğum her bir nefeste ise dışarıya birazcık kendimi veriyor ve onunla bütünleşiyordum. Yeterince nefes alıp verirsem dışarı ve “ben” artık olmayacaktı. Her şey bir parça ben ve bir parça o olacaktı.
Bu kadar büyük bir varlığa sahip olma fikri beni korkuttu ve geri dönmek istedim. Arkamı döndüğümde evin duvarlarına çarpıp tökezledim. Az önce çıktığım kapı, tekrar taştan duvarlara dönüşmüştü. Dışarıyı yadsıyan o sınır şimdi içeriyi yadsıyordu. Verilen her bir kararın geri alınamaması gibi yokluğa karışmıştı. Tekrar arkamı döndüm. Dönmemle beraber içime yeni bir sıkıntı çöktü. Kendini tekrarlayan bir işlemeye dönüşüyor gibiydim. İleri gidemiyordum. Geri de gidemiyordum. Olduğum yerde sıkışmıştım. Dönüyor ve dönüyordum. Düşüncelerimin ağırlığıyla yere çöktüm. Ne kadar olduğunu bilmediğim bir süre geçti. Bir bulutun gözümü ilk kez açan güneşi karartmasıyla birlikte gözlerimi tekrar açtım. İlk görüşte aşka inanan gençlerin naifliğine benzer bir şekilde, evden toprak patikaya doğru uzanan ahşap basamaklara gözlerim kenetlendi.
Ayağa kalktım ve merdivene doğru yürüdüm. Her biri hem birbirine benzeyen hem de ufak çizikler, yarıklar ve desenlerle birbirinden ayrı gözüken, evin topraktan yükseltildiği platformu zeminden ayıran ahşap basamaklara baktım. Derin bir nefes alarak sağ ayağımla ilk basamağa adımımı attım. Nazik bir selamlamayı andıran bir gıcırtıyla uzun zamandır uyuduğu derin uykusundan uyandı. Sol ayağımla ikinci basamağa adımımı attım. Acı dolu çığlıklara benzeyen, ilk basamağınkindan daha tuhaf bir gıcırtıyla kulaklarımı tırmaladı. Eğri büğrü, zımparalanmamış çıkıntılarıyla çıplak ayağımda acı dolu bir his bıraktı. Sağ ayağımla üçüncü basamağa adımımı attım. Hiçbir gıcırtı olmadan sert ve güven verici bir hisle tabanlarımı karşıladı. Sol ayağım dördüncü basamakla buluştu. Basamak sessizce beni kabullenmişti ama bir önceki kadar sert ve güven verici değildi. Daha titrekti, her bir zayıf noktasını bana açan ince bir ruh gibiydi. Sağ ve sol birer adım daha attım ve iki ayağım da toprak zeminle buluştu.
Mağarasından dışarı, Tanrı’sından aldığı emrin yüküyle yavaş adımlar atan o münzevi gibi ayaklarımı toprak zeminde sürükledim. Her bir adımda ayak tabanımın altındaki ince çizgilere dolan toprağın küçük zerrelerini, bütün bedenimle birlikte biraz daha öteye taşıdım. Esmekte olan hafif rüzgar, ayağım yere bastıkça uçuşan tozları benden geriye sürükledi. Basit bir eylemimle bile sadece kendimi değil, etrafımdaki tüm gerçekliği yeniden şekillendiriyordum. Hafif ve göze batmayan değişiklikler… Yeterince yürürsem, artık ilk adımımı bastığım topraktan geriye bir şey kalmayacaktı. O evden çıkacak insanlar artık ince ama yeni bir toprak tabakasını çiğneyeceklerdi. Tuhaftı, görünürde benim yaptıklarımı yapacaklardı ama asla aynı şekilde değil. Adımlarım patikanın sonuna vardığında yolun ikiye ayrıldığını gördüm.
Sağ tarafımda, toprak patika ufak bir eğimle devam ediyordu. Patikanın yanlarında irili ufaklı, sayısız ahşap kulübe vardı. Her biri benim gibi insanlarla dolu olmalıydı. Bana ayrılmış da bir ev olabileceği, bir yere ait olabileceğim duygusuyla içimde yanmakta olan sıkıntı yangınına birazcık su serpildi. Yol uzuyordu, sonu yoktu, sonsuzla buluşuyordu. Düzdü ama sadece bakarak bile insanın kaybolması mümkündü. Sol tarafımdaki patika ise daha sert bir yokuşla yukarı doğru çıkıyordu. Patikanın nereye çıktığını göremesem de sonunda yükselen suru görebiliyordum. Kaç metre yüksekliğinde olduğunu tahmin edemiyordum, bitiş noktası gözlerimden kaçınıyordu. Boyuyla bulutları deliyordu ve göğü de delip delmediğini görebilmenin tek yolu üzerine tırmanmaktı.
Yine bir ikilik, şu ya da bu, bir seçim… Burada bu tarz durumlardan asla kurtulamayacak olmam sanki ilmek ilmek zihnime ve ruhuma işlenmek isteniyordu. Her bir ufak seçimin etkileri, uç uca düğümlenen kısa iplerin sonu ve başını bulamayacağınız halatlara dönüşmesi gibi birbirine ekleniyordu. Bu etkilerin, tahmin edemeyeceğim sonuçlara bağlanıp düğümleneceğini düşündükçe hareketsiz kalmak, hiçbir şey yapmamak istiyordum. Bu isteğimle boğuşan ikinci bir canavar vardı. Bu yaratık hiçbir şey yapmamanın da bir seçim olduğunu sert yumruk darbeleriyle bana anlatıyordu. Konuşmayı bilmiyordu, konuşmak da bir seçimdi. Daha fazla hırpalanmayı göze alamadığımdan nakavt olmadan önce, daha kısa gözüken sol yolu seçtim.
Aslında sura tırmanabilecek gücümün olmadığını hissediyordum ama kısa olan kısmı tamamlarsam her zaman geri dönebilirdim.. Kendi zihnimin tepelerine çıkmak yeterince yorucuydu. Ufak bir gezinti ve sonrasında önümde uzanan tek bir patikaya sahip labirente girebilirdim. Bedenim hareket ederken bu bahanelerle seçimimi kendime haklı kılmaya çalışıyordum. Konu seçimler olduğunda doğru ve yanlış yoktu, haklı ya da haksız seçim de yoktu. O adam böyle demişti. Bunu zihnime, tabletlere kazınan çivi yazıları gibi kazımam gerekliydi. O kadar derine işlemeliydim ki silinmesi, üzerinin karalanması imkansıza komşu olmalıydı. Yoksa her seçim anında sayısız olasılığı düşünürken yaşlanacak ve toza dönüşecektim. Tüm ömrüm bir seçimi yapmayı düşünürken seçim yapamadan bitecekti.
Bacaklarım yokuşu arşınlamaya başladı. Her bir adımım sanki dengeli ve sağlam olmayan bir zemine atılıyor gibiydi. Eğer dikkatli olmazsam bütün dünya ayaklarımın altından kayacak ve yuvarlanarak başladığım noktaya geri dönecekmişim gibi bir ürperti, tabanlarımdan zihnime doğru yükseldi. Uzun süren tırmanışımın ardından arkama baktığımda hayal ettiğimden çok daha az ilerlemiş olduğumu fark ettim. Sanki yol benim adımlarımla birlikte uzayıp gidiyordu. Görüntüsü yanıltıcıydı. Henüz yarısına varabilmiştim ama bacaklarım sanki akmakta olan bir dere yatağına saplanmış gibi hareket etmeyi reddediyorlardı. Dere aktıkça da sadece ilerlememekle kalmıyor, beklerken katetmiş olduğum mesafeyi de yavaşça ama kesin bir biçimde yitiriyordum.
Bacaklarımla mücadele ederken durgunluğuma kontrast oluşturan bir ses kulaklarımda yankılanıyor ve yokuşun üstünden yaklaşıyordu. Ritmik bir şekilde daha sesli hale geliyordu. Yavaşça emeklemeyi ve yürümeyi öğrenen bir çocuk gibi kendinden emin oldukça gelişiyordu. Birkaç anın sürekliliği sonrası bu sesin kaynağını gördüm. Sırtı dik, adımları sağlam bir şekilde yürüyen bir adam tepenin zirvesinde yavaşça aşağıya, bana doğru yaklaşıyordu. Her adımında havada ince toz parçaları uçuşuyordu. Gövdesi koyu lacivert bir üniformayla süslenmişti. Sağ omzundan belinin soluna uzanan kayışın ucunda bir çanta, çantanın içinde ise sayısız zarf taşıyordu. Kafasındaki şapkası bu kişiliği tamamlıyordu. O bir postacı olmalıydı. Her ne için oraya gitmişse şimdi geri dönüyordu.
Yanıma geldiğinde durdu. Ona bakmak istedim ama şapkasının gölgesi altındaki karanlığın içinde gözleri kayboluyordu. O bilindik hiçliğe bakıyormuşum gibi ürperdim. Beni ve tüm dünyayı yutan o antik yılan asla peşimi bırakmıyordu. Midesinden tırmanıp çıkmamı kendisine yedirememişti. Belli ki her bir atomum asidinde parçalanıp onun bir parçası olana kadar beni takip edecekti. Karanlığın zıttı bembeyaz ama samimiyetten uzak, biraz korkutucu ve rahatsız edici bir gülümsemeyle beni selamladı: “Yolculuk yukarı mı? Gerçi pek de yolculuk ettiğin söylenemez. Oraya varabileceğine inanıyor gibi durmuyorsun. Başarabileceğine inanmadığın sürece karar verdiğini mi sanıyorsun? Yukarıya çıkmak için bazı şeyler aşağıda bırakılmalı. Siz acemiler…”
Bu sözlerle zihnimde tek bir düşünce yankılandı: Yenilmiştim. Basit bir yükseltiye karşı mağlup düşmüştüm. Ne olacağını umuyordum ki? Daha ilk adımımı atarken bunu yapamayacağımı bilerek başlamıştım. Zihnimin kuruntuları parça parça gerçekliğe dönüşmüştü. Sanki dışarıda olduğumu hayal ediyordum ama hala zihnimin içindeydim. Etrafımı saran her bir gerçeklik, bu dere, bu toprak, bu nefesim, uçuşan bu ince toz zerrecikleri, hepsi beni inandırmak için oluşturulmuş bir gerçeklik illüzyonuydu. Gerçek yoktu. Zihnim onu şekillendirebiliyorsa gerçeklik sadece bendim. Gerçeklik, düşlerimin bileylediği ve etime batan bir bıçaktı. Adamın dediklerini düşünmeye çalışıyordum. Yükleri bırakmam gerekiyordu. Ancak yüklerimi bırakırsam hafifleyebilirdim. O zaman burada attığım her bir adım beni aşağıya çekiyor gibi hissettirmeyebilirdi. Suya saplanmak yerine mucizevi bir şekilde onun üzerinde yürüyebilirdim.
Ben bunları düşünürken kulağımı tırmalayan hışırtıları, ancak sustuklarında fark edebildim. Bana bir zarf uzattı: “Bu sana ait. Daha çok işim var. Yukarıya çıkmayı başarabilirsen biraz şaşırtıcı bir manzarayla karşılaşabilirsin. Umarım güçlü bir miden vardır. Ah, ah! Bu olanlar benim hatam değil. Ben sadece bir şeyleri alır ve ait oldukları yerlere iletirim.” Sözleri bitince yürümeye devam etti ve beni bulduğu yerde bıraktı. Zarfın ne önünde ne de arkasında bir isim, bir adres vardı. Bana ait olduğunu düşünmesine neden olan şeyi kavrayamadım. Soru sorabileceğim mesafeden de çok hızlı bir şekilde uzaklaşmıştı. Zarfı zarar vermeden, nezaketle açtım.
İçinde zamanın ince ince nakışlarıyla yeni bir renk kattığı sarı bir kağıt, bana donuk bakışlarla bakıyordu. Dörde katlanmış olan kağıdı, kat çizgilerinden iki kere açtım. İçinde yavaşça manasını yitirmiş, anlaşılmaz çizgilere dönüşmüş uzunca bir yazı vardı. Mürekkep yaşlanmış, solmuş ve ölmüştü. Sadece kağıdın altında hala bana gülücüklerle bakan, şefkatli bir annenin yavrusunun saçlarında gezen parmakları gibi, zarif bir el yazısıyla yazılmış bir cümle vardı: “Pes etme ve beni affet.” Altında ise gösterişsiz ama şık bir imza vardı. Ağzında zeytindalı tutan bir kuş ve kuşun üzerine çizilmiş, onu gölgeleyen bir “M” harfi. Anlaşılmaz, gizemli bir kişilik damgası. Çok kısa bir zamanda zihnime çok fazla bilgi girmişti ve hepsini organize edecek ne yerim ne de gücüm vardı. Mektubu geri zarfa koydum. Düşüncelerin birazını rafa kaldırdım ve ihtiyacım olan “Pes etme” çağrısıyla adımlarımı bıraktığım yerden geri elime aldım ve tırmanmaya devam ettim. “Beni affet” çağrısıyla yüzleşmeyi ise zamanının kıyısında, çok uzak bir yere öteledim.
Sırtımdan beni hafifçe itekleyen bu sesle beraber kendime güvenim arttı. Bu artışla beraber ayağımın altında akmakta olan toprak yavaşladı ve durdu. Sağlam bir yere ayak bastıkça daha içten bir istekle kendimi ileri attım. Adımlarım hızlandıkça zemin onları daha içten kucakladı. Birbirini takip eden bu özgüven silsilesinin ardından kendimi yokuşun tepesinde buldum. Ancak o zaman, inandığım şey artık bir inançtan gerçekliğe döndüğünde içimdeki o heyecan da gerçekliğe döndü. Ciğerlerim beni hayatta tutabilmek için son hızda çalışıyorlardı. Oksijen almaya çalışırken boğuluyor gibiydim. Eylem, canlıya canını veren o kutsal şey beni ölüme sürüklüyordu. Mahşere kadar geçen süre gibi bir süre geçtikten sonra kendime geri gelerek dirildim.
Ufka gözlerimi kaldırdığımda tüm heybetiyle suru gördüm. Topraktan göğe, Tanrı’nın yanına kadar uzanıyordu. Böyle bir yapıyı destekleyebilmek için en az bir bu kadar yerin altına temel atılmış olmalıydı. Yüceliklerin bir çoğu gibi onun da bir kısmı göze görünmüyordu. Böyle yapıları insanlar, Tanrı’ları henüz icat etmeden önce yaparlardı. Sonrasında o yüce şahsiyetleri inşa ettiler ve yaratıcılıklarını onlara armağan ettiler. Sonuç olarak hem yeteneklerini hem de hayal güçlerini yitirdiler. Bu yönde atılan her bir tuğlayı kafirlikle ve Tanrı’ya meydan okumakla suçladılar. Günün sonunda Tanrı’ları bir bir öldüler ve unutuldular, geriye ise sadece bu yapılar kaldı. Onları toprağa gömen büyük ataları gibiydiler. Bu uzun yaşamı onlara veren tek şey ise o sağlam temelleriydi.
Patikanın surla buluştuğu yerde ışıldayan bir nokta gözlerimi kucaklarken onları daha yakından bakmaya davet ettiler. Misafirin davete icabet etmemesi kabalık sayılacağından temkinli adımlarla oraya doğru yönelmeye başladım. Yaklaştıkça parlaklık bir noktadan bir şekle dönüşmeye başlıyordu. Bu şekil kilden yoğrulan bir çömlek gibi yoğruluyor ve yavaş yavaş bir insanı andırıyordu. Parlaklığın ortasında ise yeni bir nokta, bir koyuluk beliriyordu. Bu koyuluk onu daha iyi tanıdıkça siyahtan kızıla dönmüştü.
Uyarıldığım o manzarayla buluştuğumda midem, rahimin içindeki bir bebek gibi beni tekmeledi. Manzara korkunçtu. Ağır bir metal zırhın içinde birisi, sırtı duvara yaslı bir şekilde uzanıyordu. Kollarını ve bacaklarını örten metal plakalar vardı. Gövdesinde beyaz bir kumaşın üstüne özenle dokunmuş zincirlerden bir zırh asılıydı. Kafasında bir insan yüzü oyulmuş demirden bir kask vardı. Bu metalik yüz, onun duygularını gizliyordu. Böyle bakınca acı çekiyor gibi gözükmüyordu ama her bir küçük hareketi güneş ışınlarını yadsıyarak uzaklaştırıyor ve küçük parıltılarla yardım çığlıkları yolluyordu. Yardım çığlıkları ise bu parıltıların ortasında henüz doğmakta olan o koyuluk içindi. Karnına saplı hançerden sızan kızıl sıvı rengini, zincirle kaplı gövdesinin altındaki kumaşa, kılcal damarlarda yayılır gibi usulca işliyordu.
Bir süre boyunca onu uzaktan izledim ve sadece acıyı ifade eden anlamsız hırıltılarının metalin içindeki yankılarını dinledim. Kanın yavaşça sızmasını ve bir noktada durmasını gözlemledim. Saplı duran bu hançer hayatın sonunu getirdiği kadar onu koruyordu da. Onun sayesinde kanama bloklanmış ve durmuştu. Ölüme gebe bir yarayı taşıyordu. Suyu geldikten sonra geri dönüşü olmayacaktı. Bu hançeri kimin sapladığı düşüncesi beynimin duvarlarında çarpıp yansıyarak sönümlenmeden cevaplanmayı bekliyordu. Böyle uzaktan bakarak cevaplara ulaşmam imkansızdı. Cesaretimi toplamam için bir davete ihtiyacım vardı ama bu davetin asla gelmeyeceğini biliyordum. Korkaklığımı yenip onun yanına en sevimsiz misafir türü olan davetsiz bir misafir olarak yaklaşmam gerekiyordu.
Korku insanın bir parçası mıydı? Onun potansiyelini tıkayan bir engel miydi? Buraya gelirken ayaklarımın sıkıştığı bataklıktı. Şimdi ise dizlerimde sarsıntılar yaratarak sağlam bir adım atmamı engelleyen titreşimlerdi. Dudaklarımdan çıkacak sözleri mühürleyen bir kilitti. Korku çok farklı şekillerde insanın karşısına çıkıyordu. Seçim olasılığını öldüren bir hançerdi. Hem de bunu saplandığı anda yapardı. Hançeri çıkarabilsen bile kan kaybını engelleyebilecek ikinci bir şeye ihtiyaç duyarsın. Bu noktada benim destekçim neydi? Umut mu? Çaresizlik mi? Okuduğum bir çift söz mü? Benim yara bandım kesinlikle bunların hiçbiri değildi. Cevap, akla gelenin uzağındaydı. Benim koruyucu meleğim merakımdı. Bu merakla ona yaklaştım ve bu hançeri kimin sapladığını ona sordum.
Ağır demir titredi ve hırıltılar anlamlı cümlelere dönüştü: “Görünüş insanı yanılgıya düşüren bir yalan. Dışarıda ararsın ama her zaman içtedir düşman. Ölüm ve yaşam arasındakinin hançeridir. Bu karar sadece benim fikrimin zikridir.” Bir ressamın fırçasından çıkmış gibi duran görüntüsüyle eşleşecek şekilde sözleri de bir şairin kaleminden çıkmışa benziyordu. Burada normal konuşan bir insana rastlamak imkansız olmalıydı. Herkes benzer şeyleri büyük bir gizem perdesi altında sunuyordu. Oysa tam da şu an, gerçeğin altın bir tepside önüme sunulmasına ne de çok ihtiyacım vardı. En azından çevrede bana saldırabilecek bir düşman olmadığını öğrenmiştim. Hiçbir şey bilmeyen birisi için örtülü de olsa her bir bilgi, tamamen kör bir kılıca vurulan biley taşı darbeleri gibi kıymetliydi. Cevabı bir sorumu cevaplarken yeni bir sorunun doğmasına da sebep olmuştu. Bunu neden yapmıştı? Yattığı yerde son nefesini vermeden önce öğrenebildiğim kadar çok şey öğrenmek istiyordum. Hiç beklemeden bu soruyu ona yönelttim.
Tekrardan homurdandı. Sesi yine titrekti. Belki öncekinden bir ton daha kısıktı. Cevabı ise yine bir dörtlüktü: “Yenilgi eğdi beni. Başkasının fikirleri aynamda belirdi. Ne yapabilir, bir biçare olmuşsa kendine yabancı? Böylesi ölümden de derin bir sancı.” Bu adam kendisiyle savaşmıyordu. Bu adamın içinde fikirler savaşıyordu. Bir türlü aklıma yatmıyordu. Fikirleri değişmek zorunda kaldığı için insan neden kendisine bir silah saplardı? Bu hayatın doğal akışının bir parçasıydı. Irmağın akarken menderesler oluşturarak rotasını değiştirmesi, bazı mendereslerin kapanarak küçük göllere dönüşüp geride bırakılması kadar doğal bir süreçti. İnsan ömrü boyunca değişirdi, aynı şeylere farklı bakmayı öğrenirdi. Zıttı kulağa çocukça bir inatçılık gibi geliyordu. Kendim dediğim şey tüm hayatımı kapsıyordu, ufak kesitlerinde ise fikirlerim değişebilirdi. Bir yaş pastadan alınan dilimlerin farklı tatlarda olması gibiydi bu. Ona çeşitlilik ve doğallık katan çeşnisiydi. Biraz ahmakça da olsa ölmekte olan bu adamla tartışmaya giriştim: “Gerçekten de bu sebeple mi sapladın hançerini? Hangi fikir için ölmeye değer ki? Bir insanın bir fikir uğruna ölmesinden daha absürt bir şey düşleyemiyorum. Bir şehit mertebesine ulaşmayı amaçlıyor olabilirsin ama insanlar onları her zaman unuturlar. Uğruna öldüğün bu fikirleri de unutacaklar.”
Titreyen sesi ilk kez sertleşmişti. Kendinden emin bir şekilde savaşta çarpışan bir asker gibi savurdu sözlerini: “Ancak özgür biri ilan edebilir: Bu benim fikrimdir! Yabancının sözlerini kusan ise esirdir. Bazen bir Tanrı, bazen bir kral, bazen de bir ebeveyndir diktatör. Hepsi de artık yaşamın sonlanması için bir indikatör. Bakma bana öyle gözlerle mahzun. Kendine sakla, zihnindekiler yalnızca bir efsun. Bedelidir bu kişinin olmaması bir başkası. Sona ulaşanın bir tanıdığın kokusu olması.” Bu adam için insan fikirlerden inşa edilmiş bir gökdelendi. Eğer bu benim binam demek istiyorsan her bir çimentonun, tuğlanın ve diğer malzemelerin kendine ait olması gerektiğine inanıyordu. Başkasına mal vermemek için direnen müteahhitlere benziyordu. Oysa insan asla tamamen kendi düşüncelerine sahip olamaz. Sahiplendiğimiz her fikir, binlerce türdeşimiz tarafından çoktan gözden geçirilmiştir. Farkında olmadan kopyaladığımız anekdotlardan ibaretizdir.
Kendi içinde tutarlı ama dışarıdan ise bir o kadar da çelişkili duruyordu. Bir başkasının otoritesine yaptığı başkaldırı sonucu hançerini saplamıştı. Devamını ise getirmemişti. Ebeveynsel bir sahiplenmeyle kucakladığı düşüncelerini son anda bırakmış mıydı? Başladığı işi neden bitirmemişti? Teoride güzel gözüken her şeyin pratikte öyle olmamasının bir başka tecellisi gibi duruyordu. Bu tiyatral oyunu bittiğinde onu alkışlayacak kimse olmadığı için oyuna devam ediyor gibiydi. Bu bariz görünen ikircikli doğasını sunarak onun sözlerini savuşturdum: “Öyleyse neden hançerini çekip başladığın işi bitirmiyorsun? Kendi fikirlerin de sana ihanet mi etti? Yaşayan bir kölenin özgür bir ölüden daha kıymetli olduğunu mu anladın?”
Sorum uzunca bir süre cevapsız kaldı. Sessizlik aramıza bir tohum gibi ekildi. Güneşin ısısı altında, kenetlenmiş bakışlarımızın damlalarıyla filizlendi, büyüdü ve tüm güzelliğini göstermek için taç yapraklarını bize açtı. İrili ufaklı, her biri farklı tonda olan yapraklarıyla polen toplamaya çıkan arıları cezbeden çiçekler gibi zihnimizde bal kadar tatlı ve ağır akan düşüncelere sebep olabilecek sihirli tozu bize uzattı. Bazen iki insanın arasında sürdürülebilir tek iletişim sessizlikti. Bazı soruların bir cevabı yoktu. Bazen iki insan arasında söylenebilecek tek şey hiçbir şeydi. Bu da öyle anlardan birisiydi. Bu çiçek bazen cennet bahçesinden uzatılan bir meyvenin gençliğiydi. Bazen ise zehirliydi ve zihinde akan balı bulandırırdı. Sessizlik öldürücüydü. İnsanlar susarak birbirini öldürürdü. Cennet ve cehennem sonra gelirdi.
Söz kadınlara atfedilir, toplum susmayı sanki çok erkeksi bir meziyetmiş gibi görür. Oysa böyle değildir. Sessizlik dişildir. Ne kadar uzun sürerse sürsün asla düşük yapmayan bir Tanrıça’dır. Sükunet her zaman söze gebedir. Söz ise anlama gebedir. Her ikisi de masküleniteden uzaktır. Doğa dişil ile hayatını sürdürür. Bu sessizlik de şüphesiz bir söze gebeydi. Sadece doğuma kadar gerekli sürenin geçmesi gerekiyordu. Bebeğin gelişmesini ve dünyayı içine çekip ağlamasını bekliyordum. Bu ne kadar uzun sürerse sürsün oradan ayrılmayacaktım. Ona da bunu söyledim. Vakti az olan oydu. Kum saatinin zerreleri benim lehimde akıyordu. Onun saatinin ters çevrilme vakti geldiğinde benimki hala akıyor olacaktı.
Derin bir nefes aldı ve işte bebek ağlamaya başladı: “Duygularım sardı içimi. Korku denen illet kuşattı kalemi. Senden isteğim ufak bir külfet. Lütfen, başlattığım şeyi bitirmeme yardım et. Bak kılıcım ve kalkanım orada ak ve pür. Çek şu hançeri ve yap beni pak ve hür. Oradaki temiz kumaşımla arındırırsın elini. Hançerim senin olsun, korusun belini.” Metal suratı duygusuzca bana bakıyordu ama sesi gerçekten de bu korkuyla kuşatılmışa benziyordu. Onun korkusunun koruyucusu olmamı bekliyordu. Merakımın veliahtı olmamı, onun kanayan yarasının merhemi olmamı diliyordu. Oysa ben de onun gibi bir kararsızdım. Kendi yerime karar veremezken onun yerine nasıl karar verecektim? O kendi yerine karar veremezken benim adıma nasıl karar verebilmişti?
Düşününce onu öylece bırakırsam ölecekti, bıçağı çekersem yine ölecekti. Buradaki tek fark zamandı. Onun zamanının hırsızı olacaktım. Gerçi bunu bana hediye ediyordu, hırsızlıktan men edilmiştim. Çıkmaz bir karar olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Kendim aynı konumda olsam hangisini isterdim? Uzun ve acılı bir ölümü mü, kısa ve daha az acılı bir ölümü mü? Acı kaçınılmazdı. Bıçağı çektiğimde girerken yaptığından daha derin bir kesik atacaktım. Ona emin olup olmadığını sordum ama tek duyabildiğim şey hırıltılar ve homurdanmalar oldu. Artık konuşamaz hale gelmişti. Bu eylemin sonuçları sadece onu etkilemeyecekti. Kendi vicdanımı susturabilsem bile başkaları bu adamı bana sorduğunda onlara kendimi nasıl affettirecektim? Bir suçlu mertebesine düşecektim. Bir merhamet suçlusu. Bir anne ola-
Bu kararsızlıkla mücadele ederken suratıma tekrar o acı ve sitem dolu lütfeni üfledi. O an kararımı verdim. Aslında bu adam benim yerime kararımı verdi ve ben de onun yerine kararını verdim. Tuhaf bir itelemeler zinciri arasında kaldık. Elimi bıçağın örgülü kabzasına uzattım ve onu sıkıca kavradım. Güneşin altında kızışmıştı ve elimi yakıyordu. Sanki o da beni sıkıca kavrıyordu. Yavaşça bıçağı çektim ve barajın kapılarını açtım. Kan usulca sızmaya başladı. Kapadığı delikten bıçağı tamamen çıkardım ve geriye birkaç adım attım.
Hayatın özü yavaşça akmaya devam ediyordu. İşte hepimiz bu kadar basit canlılardık. Birkaç litrelik kırmızı bir sıvıdan ibarettik. Beden bir araçtı. Biz bu aracı hareket ettiren o sıvıydık. Akan adamın kanı değil belki de ta kendisiydi. Akıntı gittikçe hızlanıyordu. Bana öfkeli miydi yoksa bu bir teşekkürü müydü bilemiyorum. Biriken bu yaşam yumağı ayak bileklerime ulaştı. Sıcak ve içten bir kucaklamayla beni sarmalamaya başladı. Akmaya devam ediyordu. Bir insanda bu kadar yaşam enerjisi olmamalıydı. Eminim beni sıksan birkaç damla anca çıkardı. Bu adam ise akmaya devam ediyordu. Diz kapaklarımı aşmıştı. Akışının şiddeti artmıştı ve dengemi kaybedip düşmeme sebep olmuştu. Ne kadar debelenirsem debeleneyim bir türlü dengemi kuramıyordum ve o çoktan boynuma ulaşmıştı. Sonra beni yuttu ve vaftiz edilen bir bebek gibi yüzümü öpücüklere boğdu. Gözlerimi kapattım ve bu kutsamayı kabul ettim. Az önce vücudundan söktüğüm bu nefese kendi nefesimi emanet ettim.
Metalin birbirine çarpmasıyla bir gürültü koptu. Kendime geldiğimde zırh yığını yerde yuvarlanıyordu. Zemin ise tertemizdi. Az önceki kan gölü yok olmuştu. Bütün bu şiddetin tek kanıtı kanlı ellerim ve bu kanlı hançerdi. Adamın vücudu sanki hiç dünyaya gelmemişcesine burayı terk etmişti. Kaskı ayaklarımın dibine yuvarlandı ve boş gözlerle bana baktı. Sahi onun gözlerini hiç görememiştim. Tertemiz bir şekilde beni izleyen bu gözlerin üzerine sol elimden bir damla kan düştü, demire çarparak saçıldı. Ellerimi temizlemem gerek diye düşündüm. Suç mahali kendi kendini temizlemişti, ben de kendi kendimi temizlemeliydim.
Adamın bahsettiği kılıcı ve kalkanı birkaç metre uzakta duruyordu. Hızlıca onlara doğru yöneldim. Kılıcı kalkanın arkasındaydı, ikisi de yere saplanmıştı. Kılıcın kabzasına sarılı bir çift kumaş vardı. Kuşandığı bu şeyler düşündüğümden daha büyüklerdi. Yatarken onun boyunu anlayamamıştım. Kalkanı neredeyse benim boyum kadar vardı, kılıcı ise kabzasıyla birlikte biraz daha uzundu. Bu nihai kararı vermeden önce ikisini de güzelce temizlemişti. Artık yaşama devam etmeyeceğinden emin olan insanlar hep böyle yaparlardı. Geride kalan insanlara yük olmak istemediklerinden ya da onlara son bir özür sunmak için yapılan anlamsız bir ritüeldi. Bu ikisinin üzerinde savaşın hiçbir nişanesi yoktu. Hatta öylesine temizlerdi ki kalkanın üzerinde kendi yansımamı seçebiliyordum. Neye benzediğimi hatırlamadığımı işte o an fark ettim. Hatırlamadığım daha pek çok şey olmalıydı.
Kendimi incelemeden önce kumaşlardan birini aldım ve kan hala canlıyken önce bıçağı sonra da ellerimi temizledim. Az önce Tanrı’ya bir kurban vermiştim. Bu da kurbanın son aşamasıydı, bir arınma ayiniydi. Bir tür şükür duasıydı. Şiddeti kutsala çeviren eylemdi. Hediyem ise bir hançerdi. İkinci kumaşı sıkıca sarıp hançeri belime tutturdum. Artık tamamen savunmasız değildim. Tek silahım sözlerim ya da fikirlerim değildi. Gerçekten öldürücü bir şeye sahiptim. Üstelik çoktan bir can almıştım bile. Uyandım, bir çay içtim ve birisini öldürdüm.
Geriye birkaç adım attım ve kalkanın karşısına geçtim. Kulübedeki adamın bileğinde gördüğüm kadın figürü bu kalkana da işlenmişti. Kalkanın üstünden bir halat iniyordu ve yüzü olmayan bir kadının boynuna dolanmıştı. Kadın ise ellerini birleştirmiş dua ediyordu. Kendi yansımamı bu motifin üzerinde görebiliyordum. Kirli siyah saçlarım omzuma dökülüyordu. Saf beyaz elbisem iki omzumu sarıp diz kapaklarımın üzerinde bitiyordu. Yansıyan görüntüm motiflerin üzerinde olduğundan net bir şekilde kendimi seçemiyordum. Yüzümü tam olarak kadının yüzüyle eşleşecek yakınlığa getirdim.
İşte bazı anlarda merak insanı cezalandırır. Bu kadının yüzüne baktığımda yansımada gördüğüm şey hiçbir şeydi. Sanki gerçekliğin çarpık bir izdüşümüydü. Eğer gerçekten yüzüm olmasaydı nasıl görüyor, nasıl konuşuyordum? Kendi gözlerimi göremiyordum. Pekala ikiyüzlü olabilirdim. Kararsızlık bu değil midir? Yüzsüz olabileceğimi hiç düşünmemiştim. Belki de bu ben değildim. Belki de bu az önce dönüştüğüm ölüm perisiydi. Kalbimin boşluğuydu belki de. Bildiğim tek şey bunun beni korkuyla dolduruyor oluşuydu. Bilmek insanın lanetiydi. Cezamız hep bu yasaklı meyvenin ürünüydü. Ne yaparsak yapalım açgözlülüğümüz hiçbir zaman dinmiyordu.
Yılanın sinsi hediyesiydi bu. Her şeyden önce kendini bilmekti insanı yıkan. Cezası cennetten kovulmaktı. Günah işlemek ve cehenneme gitmekti. Araf dedikleri yer ise insan uydurmasıydı. Ateşi hediye eden o zatın son kirli hediyesi olan umudun doğurduğu çirkin, piç bir bebekti. Bir sınır kapısıydı. Araf benim gibi kararsızların cezasıydı. Belki de araf tam da şu an olduğum yerdi. İnsan yaratımı bir ucubeler diyarıydı.
Vaftiz edilip temizlenmiş, bir ölümle kirlenmiş bu bedenimle geldiğim yolu geri dönmeye koyuldum. Bu kısa yolculuk düşündüğümden daha pahalıya patlamıştı. Kirlenmiştim. Merakım beni cezalandırmıştı. Bilgi ağacının ekşi meyvesinden bir ısırık almıştım. Önümde duran bu uzun yolun ise nelere gebe olabileceğine dair bir fikrim yoktu. Binbir zorlukla tırmandığım yokuşun başına geldiğimde o ilginç postacıyı aşağıda gördüm. Yokuş hatırladığımdan yüksek ve dikti. Sanki bir adım atsam zemin bana bir çelme takacak, yer ayağımın altından kayacak ve yuvarlanıp düşecektim.
Postacı aşağıdan bana bağırıyor ve beni çağırıyordu. Sesi kulak zarlarımdan geçip beynimde yankılandığında sanki programlanmış bir robot gibi vücudum hareket etmeye başladı. Bir adım attım ve az önce zihnimde beliren kehanet gerçeğe dönüştü. Yuvarlanarak hızlıca aşağıya doğru düşmeye başladım. Başımı korumak adına dizlerimi çekip kollarımı başımın etrafına sardım. Göz açıp kapayıncaya kadar postacının ayaklarının dibine geldim ve durdum. O iğrenç gülümsemesiyle beni selamladı: “Ah be kızım, bu kadar acele etmeni istememiştim. Güneş hala tepede. Vaktimiz var.”
Ayağa kalkıp silkelendim. Kollarım ve bacaklarım zonkluyordu. Daha kendime gelememişken tekrar konuştu: “Seni festival alanına götürmem gerekiyor. Demiştim ya, ben sadece bir şeyleri alır ve ait oldukları yerlere iletirim. Haydi yürü.”