# Pudenda Origo Act I Chapter II

20 min read

Gözyaşlarımın ötesinde belirsiz bir çehrenin beni izlediğini seçebiliyordum. Duş alan çıplak bir bedenin mahremini korumak adına konulmuş buğulu bir cam gibi gözyaşlarım da önümdeki şeyi sansürleyerek zihnime açılan gözlerimin mahremini koruyordu. Susmuştu ve sadece beni izliyordu, bu sessizliği bozan tek şey hıçkırıklarımdı. Akan bu yaşlar tıpkı tesisatında sorun çıkan bir borudan fütursuzca akan su gibi durdurak bilmeden gözlerimi terk ediyordu. Bu faciayı durdurmanın tek yolu vanayı kapamaktı ama ben vananın nerede olduğunu bilmiyordum.

Oturumuma gelirken bacaklarımın hissizliğini sezmiştim. Uzun zaman sonra birbirlerine kavuşan aşıkların artık birbirlerine ait olmamaları ve sadece geçmişteki bir anıya bağlı olmaları gibi bacaklarım da artık bana ait değillerdi ve sadece anıları yanlarımdaydı. Yalnızca bacaklarım değil, gözlerim de beni terk etmişti. Belki de onları terk eden bendim. Onlar her şeye rağmen müstehcenliğimi korumak adına yaşlarını akıtıyorlardı, ben ise onlara ait olan vanayı bulamıyordum. Kendi bedenini sahiplenemeyen bir canlı artık canlı sayılabilir miydi? Aidiyetsizliğim artık daha yakın, daha samimi bir yere sızmıştı. Bedenim dahi beni reddediyordu.

Tamamen savunmasızca otururken o ses tekrar kulak zarlarıma, uyuyan bir bebeği uyandırmamak adına yapılan zarif ve yavaş hareketlerin dokunuşları gibi dokundu. Acele etmememi rica ediyordu. Ricasında işte yine o alışılmadık lütfen vardı. Ne kadar da yumuşak ve içten bir yalvarışın dudaklarla buluşmasıydı. Emirlerle yoğrulmuş bir dünyaya karşı yapılan yalın ama etkileyici bir itirazdı. Bu nezaketin içinde biraz umut, hatta belki de biraz güven sezdiysem de onun kaynağını görmeden bir tepki vermek istemiyordum. Belirsizliği ortadan kaldırmamın tek yolu içimi boşaltan bu akıntıyı kesmekti. Kimbilir, belki çok geç kalırsam içimdeki her şey soğuk ve ıslak bir şekilde gözlerimden dışarıya boşalacaktı ve “kendim” dediğim şey gerçekten de buharlaşıp bir ırmağa katılacak ve yitip gidecekti.

Çaresizdim. İnsanın bazen içini bunaltan kötü koşullardan dışarı çıkması her zaman daha iyiye açılan oymalı bir kapıyla olmayabiliyordu. Kaçarken farkında olmadan daha yıpratıcı bir senaryoya adım atmak her zaman mümkündü. Pek çok sefer koşullar, bir okul müfredatının öğrencinin becerilerine bakılmaksızın dayatılması gibi insana dayatılırdı. Onlara karşı mücadelesinde başarılı olmak ise tamamen kişiye bırakılır ve her başarısızlık sanki utanç duyulması gereken bir suç gibi boyunlarına asılırdı. Bu tarz zincirlerin ağırlığı altında insan gitgide kendini taşıyamayacak hale gelir ve dibe doğru olan yolculuğu başlardı. Gerçekliğe dayanmayan bu sahte ağırlıklardan kurtulmanın tek yolu karşınıza çıkan iyi niyetli bir insanın bu yükleri yadsıması ve sizi de yadsımaya ikna etmesinden geçerdi. Şu an içinde bulunduğum aydınlık, karanlığın kardeşi gibi kötü hissettirse de karşımdaki bu figür benimle aynı fikirde değil gibiydi. Deneyimimi ve sıkıntımı yadsıyarak ricalarda bulunuyor, beni aşağıya çeken halkaları boynumdan alarak tekrar ayağa kalkabilecek hale gelmemi istiyordu.

Düşüncelerimle kavgaya tutuşmuşken, saatin duyamadığım tik taklarının insanı ileriye taşıdığı kadar geriye dönme ihtimalini kapatması gibi bir cümle aramızdaki sessizliği bozdu. “Zihninin zincirleriyle boğuşuyorsun, onları bırakmalısın. Ağırlıklar insanı güçlendirir, taşıyamadıkları ise zayıflatır. Her şey gibi bu konuda da ölçü şifadır,” dedi. Bu birkaç cümle çaya atılan şeker gibi yavaşça sessizliğin içinde çözüldü ve onda insana hoş gelen yeni bir tat bıraktı. Bu tadın kulaklarımda hissedilmesiyle beraber zihnim hafifledi. Haklıydı, düşüncelerime sahip olmam gerekirken onların bana sahip olmasına izin vermiştim. İçsel dünyamda, zihnimin pusu yüzünden görünmez olan o vanayı buldum. Gömülen bir insanın üzerine toprak atıldıkça gözden kaybolması gibi ağlamam yavaş yavaş azaldı ve mezarlığın terk edilmesiyle yaşamın unutulması gibi ağlıyor olduğum düşüncesi tamamıyla zihnimi terk etti. Sonunda hıçkırıklarım durduğunda nerede olduğumu kavrayabilecek dinginliğe ulaştım.

Gözlerimin önündeki perde bir patikayı kaplayan sis gibi dağıldığında, tek bir odadan ibaret evi ve içinde onu gördüm. Yaşlıca bir adam yatağımın hizasında ama odanın diğer ucunda kendi işleriyle meşguldu. İlk kez yeni bir yuvaya taşınan yavru bir kedinin en başta her şeyden korkması gibi korkacağımı düşünerek önce bulunduğum alanı keşfetmeme izin vermek için böylesi uzak bir konumu seçmiş gibiydi. Benimle ilgilenmeyerek de ona bağımlı olmadığımı ve kendi başıma keşiflerde bulunacak kadar güçlü olduğum imajını veriyordu. Gözlerimi hemen yanı başındaki camlı raflara çevirdim. Camların üzerinde zamanın izi gibi duran tozlar içlerini görmekte zorluk çekmeme sebep oluyordu. Görebildiğim kadarıyla raflarda sayısız renkte sıvılar ve toz halindeki maddelerle birlikte otlarla dolu şişeler vardı. Hiçbirinin üzerinde bir etiket, bir açıklama yok gibiydi. Bu figür etrafındaki esrarengiz maddelerin ne olduğunu ve nasıl kullanılması gerektiğini bedeninden çıkan bir uzvu gibi biliyor olmalıydı. Benim kendi uzuvlarım ise o cam şişeler kadar bana yabancıydı. Aramızdaki bu korkunç fark bana güçsüzlüğümü tekrar hissettirdi.

Onun bulunduğu alanın dışındaki duvarlar bir şömine dışında tamamen çıplaktı. Zaman, taştan duvarları usta bir mimarın sakin keski darbeleriyle şekillendirmesi gibi oymuştu. Duvarlar da camlar kadar tozlu duruyordu. Sağdaki duvarın ortasında tuğlalardan örülmüş bacasıyla bir şömine vardı. Şöminenin yanında ise bir sandalye duruyordu. Şöminedeki ateş söneli çok olmamıştı. Küllerin üzerinde, biraz önce orada bütün gençliğiyle yanan ateşin ruhunu vermesi gibi bir duman yavaş ve yoğun bir şekilde yükseliyordu. Havada uçuşan ve etrafa yapışan bu partiküllerin toz değil kül olduğunu o zaman anladım. Bütün oda ince bir yaşanmışlık tabakasıyla örtülmüştü.

Zemin ve tavan odanın geri kalanıyla kontrast oluşturacak şekilde ahşaptandı. Zeminde soğukluğu engellemek amacıyla serilmiş uzunca bir kilim vardı. Tavandan aşağıya ise bir gaz lambası sarkıyordu. İçinde ufak bir alev dans ederek odayı loş bir ışıkla kaplıyordu. Dışarıdan içeriye güneşi davet etmesi gereken camlar perdelerle sımsıkı örtülmüştü. Sanki dışarının varlığı yadsınmak isteniyordu. Sadece içerisi vardı, dışarısı korkunç bir ihtimaldi. Rahimdeki bir bebek için tek varlık ve mekan fikrinin annesi olması gibi bu oda da ikimiz için tek varlık fikri gibiydi. İçerisi zamanda hapsolmuş bir mekanı andırıyordu ama aynı oranda zaman da içeride hapsolmuştu. Bulunduğum yer, her bir ihtimali yutan değişik bir canavara benziyordu. An havada asılı kalmıştı ve onu ileriye taşıyan tek şey şöminedeki dumanın yükselmesiydi.

Yattığım yerin sağında ve solunda toplam iki adet daha yatak vardı. Birisi diğerine göre daha genişti ve daha önce kimse üzerinde yatmamış gibi temiz ve tertipli duruyordu. Odanın geri kalanına hakim olan zamansızlık bu yatağın üzerinde daha farklı bir imada bulunuyordu. Ölü değil, diri bir anda takılı kalmıştı. Diğer yatağın üzerinde bir genç yatıyordu. Teni solgundu, kemikleri derisiyle neredeyse bütünleşmişti. Çok yakında bir iskelete dönüşecek gibi duruyordu ya da çok yakın bir zamanda iskeletten insana dönmüş olmalıydı. Derin bir uykuda, hareketsizce yatıyordu. Bir ölüyü andırdığını söylemek yanlış olmazdı. Ölüye benzeyen bir canlı, canlı gibi duran ama ölü olan bir yerde uzanıyordu. Odanın her bir köşesi sırlarla doluydu. Bunları cevaplayabilecek tek adam ise karşımda duruyordu.

Yavaşça bana döndüğünde ilk kez gözlerini görebilme şansım oldu. Direkt temasın samimiyetini engellemek için bir çift cam, gözlerinin önünde duruyordu. Ağzında ise her bir sözünü filtrelemek amacıyla takılmış gibi duran bir maske vardı. Yüzüne çıplak bir şekilde bakabilmek imkansızdı. Görebildiğim halde tanıyamadığım bir simayla karşı karşıyaydım. Üzerindeki önlüğüyle bir doktoru andırıyordu ama tam olarak ne olduğunu söylemek imkansızdı, o bir yabancıydı.

Aradaki sessizliği bozma sırasının bende olduğunu sezerek bir şeyler söylemeye çalıştım. Bir müzik aletini ilk kez çalmayı öğrenen biri gibi ses tellerimi kullanmaya çalıştım. Ağzımdan çıkan titreşimler önce anlamsız mırıltılara, mırıltılar kendinden emin ama hala bir anlamdan yoksun sözcüklere, onlar ise tek başlarına anlamlı ama birlikte olduğunda bir anlam ifade etmeyen bir cümleye evrildiler. Gerçek bir cümle kurabilmeye çalışırken vücudum bir motorun aşırı çalışma sonucu ısınması gibi ısınmıştı ve terlerim yavaşça tenimden süzülüyordu. Karşımdaki adam bir şey söylemeden çabamı izliyordu. Zamanın akmadığı bu yerde ilk anlamlı cümlemi kurabilmem için bir sonsuzluk geçmesi gerekmişti. Sonunda ağzımdan bir şeyler döküldü: “Ben… Ben yaşıyor muyum? Bir ölü müyüm?”

“Bu ya da şu… Bazen cevap ikisi de değildir. Asıl cevap, pek çok zaman akla gelenlerin ötesinde, açığa çıkana kadar ulaşılamaz bir noktadadır. Bazen tek doğru cevap ‘hiçbiri’dir. Sana gelince, yaşam ile ölümün sınırındasın diyebiliriz. Ne tarafa gideceğine karar vermen gereken o noktadasın. Aslında olduğun şey ne bir canlı ne de bir ölü, sen ‘kararsız’sın. Kararını verirken acele etmemelisin.” Adamın ağzından dökülen bu sözler kafamdaki soruları çözmek yerine yeni sorular sundular. Bir yerden kaçmak için koşturduğunuz sırada açtığınız her bir kapının birden fazla yeni kapıya açılan bir labirente dönüşmesi gibi bir çıkmazda buldum kendimi.

İnsan doğduysa yaşıyordur, yaşamıyorsa da ölmüştür. Arasında bir şey mümkün müydü? Hayat ve ölüm ikilik bir sistemdeki gibi sıfır ve birden ibaret değildi ve siyahla beyazın varlığını zedelemeden grilere de mi sahipti? Böyle bir aralıktaysam doğru karar ne olabilirdi ki? İki uç da aksi kadar korkunçtu. Bu sınırda olmaya devam edemez miydim? Sorularımla yeni sorular yaratan bu adama, yaramazlık yapmadan önce suçluluk duygusunu hisseden ama sakin duramayan bir çocuk gibi yeni bir soru yönelttim: “Doğru karar hangisi? Ne yapmalıyım? Ölüm korkutucu ama yaşamak da pek çok sefer ölüm kadar korkunç. Sen bana yardım edebilir misin?”

Yine bilmecelerle dolu konuştu: “Bazen cevap ‘hiçbiri’ olduğu kadar ‘hepsi’dir. Doğru ve yanlış yoktur, sadece gerçekler vardır. Yaşam uzun ve sıkıcı bir ölümden çok farklı olmadığı gibi ölüm de kısa bir yaşamdır. Gerçekler pek çok sefer şu veya bu olamayacak kadar iç içedir. Sorularını cevaplayabilirim ama insana ancak kendisi yardım edebilir. Dıştan gelen yardım bir zorlamadır.” Bu cümleler, durgun zihnimde bir göle düşen bir damla etkisi yarattı ve yavaş yavaş genişleyen dalgalar gibi gitgide büyüyen ama silikleşen yeni düşünceler oluşturdu.

Eğer doğru cevap yoksa soru sormanın bir anlamı yoktu. Doğru cevabın olmadığı yerde soru da yoktu ve sorunun eksikliğinde cevap da mahiyetini yitiriyordu. Bu durumda gerçek neydi? Gerçeğin hiçbir şey, aynı zamanda her şey olduğunu söylüyordu. Ben gerçek miydim? Gerçeksem hiçbir şey miydim, yoksa her şey mi? Yaşıyor muydum, yoksa ölü müydüm? Bu iki soru birbirinden çok da farklı değildi. Öyleyse ben henüz gerçek değildim. Gerçekliğin sınırındaydım. Taşmak üzere olan bir süt kazanı gibiydim. Ateşi söndürüp taşmam önlenecek miydi yoksa kendi kabımı taşıracak mıydım? Bu adamın dediğine göre yardım edecek kimse yoktu. Ateşi söndüreceksem taşmalıydım. Kendimi korumanın tek yolu birazımı kaybetmek miydi? Yoksa kendimi kazanmak için çoğumu geride mi bırakmak gerekiyordu? O yaramaz çocuğun zorla tutulup hırçınlaştığında yaptığı hareketler gibi sitemkar bir şekilde sorumu yönelttim: “Bana yardım etmeyeceksen sen kimsin? Bir doktoru andırıyorsun ama beni iyileştirmeyi reddediyorsun? Burası neresi? Bu yanımda yatan adam kim? O ölü mü, yaşıyor mu? Kendime nasıl yardım edeceğim? Ben… Ben hiçbir şey bilmiyorum. Hatırlamıyorum. Hafızam beni terk etti. Bir rüyadaydım ve sanki onu orada bıraktım.”

Yine soruları aratmayan bir cevap odanın içinde yankılandı: “Sen henüz bir kaynaksın. Bir ırmağa dönüşüp akacak mısın, yoksa duracak mısın, bunun ikilemindesin. Irmak olup akarsan önüne engeller çıkacak ve senin doğal akıntın onların etrafından dolanacak. Kimi zaman o engelleri sen taşıyacaksın ve onları sabırla ufaltıp yok edeceksin. Unutmamalısın engel de, ırmak da, kaynak da, aktığın deniz de sensin. Akmak kadar durmak da hakkındır, tıpkı yaşamak kadar ölmek de hakkın olduğu gibi. Ben yaşamı bahşettiğim gibi ölümü de bahşederim ama hiçbirini dayatmam. Bir doktor yaşatansa bu ben değilim, iyileştirense ben bir doktorum. Bir şey bilmemen doğal, sen yeni uyandın. Yolunu çizdikçe hafızan da yerine gelecek.” Heyecanıma yenik düştüm ve düşüncelerim henüz bir tohumken filizlenmelerine izin vermeden bir soru yönelttim: “Yaşamak kadar ölmek de nasıl hakkım olabilir? Ölmek bir son değil mi?”

Adam duraksadı. Bir süre beni sessizce izledikten sonra yavaşça arkasını döndü. Sağındaki dolaptan otlarla dolu bir şişe aldı. Demliğe benzer bir şeye birazını attıktan sonra masanın üzerindeki sudan biraz ilave etti. Geri döndüğünde bana yöneldiğini düşündüm ama yanılmıştım, şömineye yanaştı. Sönmüş olan ateşin yerini alan külleri temizledi. Bir ölü kalıntısı gibi duran beyaz tabakanın yerine daha renkli olan talaşları döktü. İki adet ince çubuk aldı ve sakince birbirine sürterek yeni bir aleve hayat verdi. Önce ufak dal parçaları ve sonra daha büyük parçalarla alev büyüdü. Çok hızlı dünyaya gelmişti ve çok hızlı büyümek zorunda kalmıştı. Nedenini bilmeden ona karşı derin bir empati hissettim. İşte orada stresli bir yetişkin gibi çatırdıyor ve sağa sola kendinden bir şeyler fırlatıyordu. Başkaları uğruna kendini tüketiyordu. Muhtemelen yaşamının sonunu getirdiğinde kimse onu hatırlamayacaktı. Yerine daha genç bir veliahtı gelecekti ve aynı kaderi paylaşacaktı. Adam, alevin üzerine dikkatli bir şekilde metal bir kızak yerleştirdi ve demliği alıp ateşin üzerine koydu.

Sorumu önemsememişti ya da cevabını bilmediği bir soru sormuştum. Sanki odada bulunmuyormuşum gibi sandalyeyi çekip oturdu. Alevi ve üzerindeki demliği izlemeye başladı. Gözlerim, önemli bir mesaj beklerken evinin koridorunda stresli bir şekilde git gel yapan biri gibi adamla alev arasında geziniyordu. Yavaşça sakinlediler ve onlar da aleve bakarak soluklanmaya başladılar. Alev kaotik hareketlerle yaşamı için mücadele veriyordu. Bu mücadelesi kudurmuş bir köpeği andırıyordu. Salyaları aktıkça hırçınlaşıyor ve çatırtıları, ölüleri yutan cehennemin içinden gelen çığlıkları andırıyordu. Alev büyümeye devam ediyordu. Her bir odun parçasını hayvani bir şehvetle tüketiyordu. Arada hazımsızlık çeken bir insan gibi hırıltılar çıkarsa da tüketmekten vazgeçmiyordu. Demlik artık görünmez hale gelmişti. Onu var eden şekli erimeye ve alevin bir parçası olmaya başlamıştı. Her bir damla zamanın sürekliliğini ve ölümün kesinliğini hatırlatıyordu. Demliğin erimesini seyrederken kendimi tiyatral bir oyunu izler gibi hissettim. Artık şekilsiz bir metal yığınına dönüştüğünde perdeler kapanmış gibi bir alkış isteği içime doğdu.

Ellerimi birleştirip o bilindik takdir sesiyle odanın boşluğunu doldurmak üzereyken alev hiddetlendi. Oturan adamı yutmak için ağzını açtı ve bir yılan gibi kendisinden çok daha büyük bir avı ağzına aldı. Avı yavaş yavaş içinde ilerleyip midesine yaklaşırken o daha da doyumsuz bir canavara dönüştü. Kendisini barındıran ufak kulübesini terk edip odadaki eşyalara saldırmaya başladı. Önce sandalyeyi, sonra kilimi ve daha sonra dolapları birer birer yuttu. Arkasını dönüp benim olduğum tarafa baktı. Artık bir yangına dönüşmüştü ve onu durduracak bir itfaiye yoktu. Gözyaşlarım böylesi bir iş için fazlasıyla yetersizdi. Hızla bir hamle yaptı, etrafımdaki yatakları ve ölü yatan adamı çiğnemeden yuttu. Savaş meydanında ablukaya alınmış askerler gibi beni ablukaya almıştı. Bütün oda ona aitti, savaş alanı ve savaşta üstün olan güç oydu. Dehşetin şokunu atlattığımda gözlerimi kapayarak teslim oldum.

Sıcaklık ayaklarımın ucundan yavaşça bileklerime ve oradan bacaklarıma yayılmaya başladı. Gittikçe yukarı tırmanıyordu ve her bir zerrem acı çığlıklarla kaşınıyordu. Kemiklerim alevin içinde çatırdamaya başlamıştı. Alev artık beni sarmıyordu, ben alev olmuştum. Yaşamın bu kadar acı verici olduğunu unutmuştum. Bedenimle beraber daha derin bir şeyin içimde yanıp kül olmasından korkmaya başladım ama alev ilerliyordu. Şu an göğsümü yırtıcı bir hayvan gibi tırmalıyordu. Çok geçmeden kafama ulaşacaktı ve içeri sızıp düşüncelerimi de küle dönüştürecekti. Bekledim. Bekledim ve hiçbir şey olmadı. Gözlerimi açmaya olan cesaretsizliğimi demlikten çıkan tiz bir ıslık böldü.

Odaya tekrar baktığımda her şey birkaç dakika önceki gibi yerli yerindeydi. Terlemiştim ama vücudum hala tek parça halindeydi. Alev ise şöminede sakinlemiş duruyordu. Hiddeti sönmüştü ve odaya bir sarılmayı andıran içten bir sıcaklık vermişti. Yavaş yavaş kendini tüketiyordu ve tükettikçe sakinleşiyordu. Sonunda daha nazik hareketlerle dans etmeye başladığında bu alevin, daha önce içinde bulunduğum karanlıktan çok da farklı olmadığını anladım. Onda kendimi görmüştüm ve o da benim gözlerimde kendisini görmüştü. Bu anlaşılma duygusuyla beraber hiddetini azaltıp yumuşamıştı. Kulağa ninni gibi gelen ama bedeni değil ruhu uyutan alevin bu çıtırtıların melodisi altında hala cevaplanmayan sorumu ve bu adamın bir anda büründüğü sessizliği anımsadım. O ıslığın gerçekliği hatırlatması gibi sorularımı hatırlatmak için haykırdım: “Hey, sorumu cevaplamayacak mısın? Sana nasıl güveneceğim?”

Sorumu görmezden gelerek sıvıyı bir bardağa boşalttı ve yanıma geldi: “İşte, sana gücünü geri getirecek bir çay yaptım. Gücünü geri toplamak istiyorsan bunu içmelisin. Eğer burada kalmaya devam etmek istiyorsan ben içebilirim,” dedi. Bardağı uzatan bileğine bağlı zincirden bir bileklik vardı. Zincirin ucu metaldan bir objeyle birleşiyordu. Zincir yavaşça metaldan yapılma bir halata , halat ise bir ilmiğe dönüyordu. İlmiğe kafasını geçirmiş, elleri göğsünde dua eder biçimde birleştirilmiş saçları uzun bir figür vardı. Her bir ince detayına özenle şekil verilmişken yüzü bilinçli bir şekilde boş bırakılmıştı. Bir kadına benziyordu. Adam onu ilahi figürler gibi taşıyordu. Belki bir melekti, belki de bu adamın inandığı Tanrıça’ydı. Asılmış bir kadındı. Bu figürü görmemle beraber yeni sorular zihnime koşturmuştu ama hala eski sorularım cevaplanmamıştı. Burası neresiydi? Ölmek nasıl bir hak olabilirdi? Ben kimdim? Bütün bu bilinmezlik zincirine yeni bir halka eklemek ister gibi bana bir şey ikram ediyordu. Reddetmesi zor bir vaatle gelen çok ağır bir hediyeydi. Herkes gibi ben de böylesi ağır bir hediyenin yükünün altına girmek istemiyordum ama ne yapabilirdim ki? Güçsüzdüm. Başka şansım yoktu.

Bardağı elime aldım. Bardaktan çıkan buharın yavaşça havaya karışarak yok olmasını seyrederken öncesine dair anılarımın da böyle yavaşça yok olduğunu fark ettim. Bana tanıdık gelen o yeri hatırlamakta çok zorlanıyordum. Hatırladığım tek şey karanlıktı. Ya bu çay bana orayı tamamen unutturursa? Kendim dediğim tek parçam da yitip giderse? Yerine gelen hatıraların bu çayın birer yan etkisi olup olmayacağını nereden bilebilirdim ki? Anılarından emin olmayan birisi yaşamış sayılır mıydı? Sahte anılara sahip birisi ölüden çok da farklı olmazdı. Tereddüt ederek bunun bir zehir olup olmadığını sordum. Bir bilmece daha fısıldayarak bana zehrin dışarıdan değil içeriden geldiğini, yardım gibi zararın da sadece içeriden geleceğini söyledi. Eski sorularım ise asla toplanıp katlanmayan çamaşırlar gibi havada asılı kalmıştı. Onları oradan almaya niyeti yoktu. Tekrar alevin başına gidip oturdu ve onu izlemeye devam etti.

Bardak ellerimin arasında yavaşça avuçlarımı öpüyor ve ısıtıyordu. İçindeki sıvı, berrak bir yeşildi ve sabit duramayan ellerimin hareketleriyle bardağın birbirinden çok da farklı olmayan bir duvarından diğerine çarpıyordu. Her bir dokunuşla ince dalgalar dünyaya geliyor, bazen birbirlerine dokunup büyüyerek yollarına devam ediyor, bazen ise birbirlerini sönümleyerek doğdukları yere geri dönüyorlardı. İçimdeki kararsızlık da sıvıya benzer tuhaf hareketlerde bulunmayı asla bırakmıyordu. Cesaretimi toplamam çok uzun sürmüştü. Geçen onca zamana rağmen buharlar hala yükseliyordu. Zaman, bu yerde, yoğun bir trafikte karşıya geçmeye çalışırken bir ileri bir geri yapan insanlar gibi akıp akmama konusunda tereddüt ediyordu. Sonunda bardağın sertliği, dudaklarımın yumuşaklığıyla buluştu. Çay yavaşça ağzıma, oradan boğazıma ve oradan da içime doğru süzüldü. İlk yudum hissizdi. İkinci yudumu aldığımda göğsümün ortasından vücudumun geri kalanına, casusların düşman hatlarına yavaşça sızması gibi bir sıcaklık yayıldı. Bu sıcaklıkla beraber her bir hücrem sertliğini bırakarak yumuşadı ve gevşedi. Bardağın sonunu gördüğümde ellerimin titremesi geçmişti. Kendimi daha huzurlu hissediyordum.

Bardağın dibine baktım. Az önce orada olan şey artık bendim, benim bir parçamdı. Bundan mutluluk duyup duymadığını merak ettim. Böylesi kararlı bir varlıkken benim gibi bir “kararsız”a dönüşmek nasıl hissettirmişti acaba. Tuhaftı, cansız şeylere duygular atfetmeye başlamıştım. İnsani bir anlam yüklememin sebebini anlamakta zorlandım. Belki de artık bir parçam olan sıvının kendisi bunu düşünüyordu. Kendisinin asıl halini tanımakta zorlanıp ona şimdiki olduğu şeyin özelliklerini yüklüyordu. Her şeye rağmen kendisine yabancıydı ve kendisini anlamıyordu. Ben de böyle olmalıydım. Olduğum şeyle geçmişimi anlamlandırmaya çalışıyordum ve her şeye rağmen çabalarım anlamsızlığa yenik düşüyordu.

Düşüncelerimi adamın sesi tekrar böldü: “Zavallı şey. Kararını verdi.” Gözlerimi kaldırıp az önce yanmakta olan aleve baktım. Henüz hayatını devam ettirebileceği pek çok oduna sahipti ama sönmüştü. Girebileceği türlü türlü şekil vardı ama reddetmişti. Bir kamikaze askeri gibi amacını gerçekleştirmek için kendisine son vermişti. Belki de bahsettiği ölüm hakkı buydu. Her türlü ihtimale karşı seçilebilecek bir ihtimaldi. Şu ya da bu, çok farklı değildi. Her şey gibi bir seçimdi. Bu alev benim aksime seçimini yapmıştı. Sorular sormamıştı, nerede olduğunu, neden olduğunu bilmiyordu. Cesurdu, her şeye rağmen kendisinin arkasında durmayı başarmıştı. Kendisini tanıyordu. O bir alevdi, parlardı, sönerdi ve aradaki diğer her şeyi yapardı. Tıpkı bir insan gibi. Ben onun kadar bilge değildim. Cevaplanmayan sorumun ardına düşmeye kararlıydım. Bu kararlılıkla tekrar burasının neresi olduğunu sordum.

Adam yavaşça küllerin üstündeki odunları tekrar yerine koydu. Bir saygı belirtir gibi küllere karşı eğildi. İlk uyandığımda gördüğüme benzer bir duman, havayı yalamaya başladı. Adam sandalyesini bana çevirdi ve konuşmaya başladı: “Kararsızlar henüz sessizliğini bozmamış çığlıklar gibidir. Kararlar sonucu bilinmeden verilirse gerçekten karar olabilir. Sen ilk adımını attın. Burası iki okyanusun dalgalarla birbirlerinin sınırlarını işgal etmesi gibi yaşamla ölümün karıştığı bir yer. Savaşanların onurlandırıldığı bir diyar. Bu diyar da kendi içinde bölünüyor. Burası savaşta yalnız olanların, kendisiyle savaşanların yeri.”

Bu sözler şiddetli bir depremin bütün şehri yerle bir etmesi gibi anlamlandırmaya çalıştığım her şeyi yıktı. Bu doğal ve acımasız bir yıkımdı ama yeniliklere olanak tanıyan bir şeydi. Eski düşüncelerimin yerine daha sağlam şeyler inşa etmem için bir işaretti. Kendi ile savaşanlar… Anlaması zordu. Bu bir savaş değildi. Bu bir kabullenmeydi. Kazanan ve yenilen aynıydı. Şu ya da bu değildi. Cevap hepsiydi ve hiçbiriydi. Savaşların hep bir sebebi olurdu. Burada olduğuma göre ben de kendi kendimle savaşmış olmalıydım. Peki neden? Neden savaşmıştım? Neden kazanamamıştım ya da yenilmemiştim? Kararsız olduğuma göre bu savaş hala devam ediyordu ama ben hatırlamıyordum. Etrafında konuşulan dili anlamayan ve merhamet mi yoksa zalimlikle mi karşılaşacağını bilmeyen bir esir gibiydim. En azından beni anlayan bir arkadaşım vardı. Beni aydınlatmayacağına emindim ama sorular sormak tek seçeneğimdi ve böylece bir soru daha odada vücut buldu: “Ben de mi kendimle savaşıyorum? Nedenini bilmiyorum. İnsanlar neden kendileriyle savaşır? Nasıl kendimi anlayacağım?”

Biraz düşündükten sonra verdiği cevap beklenmedikti. Her zamanki gibi bilgelikle dolu bir bilmece değildi. Bilmediğini itiraf ediyordu. Herkesin sebebinin kendine özgü olduğunu ve bunu kendisinin bilemeyeceğini itiraf etmişti. Beni bu sebebi bulmam için cesaretlendiriyordu. Bu sözlerini tuhaf bir teklifle sonlandırmıştı. Bu evin amacına ulaştığını ve bana daha fazla yardım edemeyeceğini, dışarıya çıkmamın daha iyi olacağını söylemişti. O ana kadar evi iyice süzdüğümü ve bir kapısının olduğunu görmediğime emindim. Pencereleri bile dışarıyı reddetmek için örtülmüştü. Fakat her şeye rağmen soldaki duvarda şöminenin hizasında bir kapı vardı. Oradaydı, duruyordu. Objeler birdenbire var olmazdı. Hep orada olmalıydı. Ya öncesinde kördüm ve gözlerim henüz açılmamıştı ya da şuan halüsinasyon görüyordum. “Dışarı” fikri o odada dile getirilene kadar yasaklanmış bir bölge gibi ev orayı reddediyordu, şimdi ise bana o ihtimali sunuyordu. Gözlerim bile beni yanıltıyorsa kime güvenmeliydim? Bu adam da beni yanıltıyor olabilirdi. Kendime dahi güvenemeyeceksem, güvenilecek bir şey yoktu. Her adımım bir şüpheye atılmalı ve zemine değene kadar zemini yadsımalıydı.

Adamın cesaretlendirmesiyle yavaşça ayağa kalktım. Yavru bir buzağının ilk ayağa kalkışında titremesi ve dengesini kurmakta zorlanması gibi bacaklarım titredi ve yalpalayarak bir adım attım. Sonra bir adım daha ve bir adım daha. Birkaç adımın sonunda kapının önündeydim. Elimle yavaşça kapının kolunu tuttum. Gerçekti ve oradaydı. Belki de ellerime güvenebilirdim. Peki, dışarıya güvenebilir miydim? Buraya bile güvenmekte çok zorlanmıştım. Oradaki sayısız ihtimal karşısında vücudum kaskatı kesilebilir ve şoka giren bir insan gibi donakalabilirdim. Kararsız birisinin en büyük korkusu orada bir dikdörtgenin arkasında duruyordu. Daha sevgilisiyle buluşmadan kalbi küt küt atarak heyecan duyan ve buluşmayı arzulayan bir aşığın hissettiğine benzer bir korkuyla beraber dışarıyı görme arzusunun içime dolmasına sebep olan sayısız ihtimaller, bu kapının arkasındaydı.

İçerisi ve dışarısı vardı. Kapı tam buradaki sınırdı. Şu ya da bu değildi. O bana benziyordu. Belki de bana benzediği için ondan ayrışana kadar onu görememiştim. Kendimi yadsımam bana benzer şeyleri de reddetmeme sebep olmuş gibiydi. Kararsızlığımı attıkça netleşen ve cisimleşen bir şeye dönüşmüştü. Elimi ikinci kez kapının kulbuna attım. Onu sımsıkı tutmaya başladım. Tüm kuvvetime rağmen kulp yerinden oynamıyordu. Henüz tüm cevaplara erişmemiş olduğumu hissettim. Kafamı çevirdim ve duraksadığımı gören adam, beni cesaretlendirmek için dışarıda sadece benim gibi gazileri göreceğimi söyledi. Belki kendimi anlamama yardımcı olabilirlerdi. Yeni insanları tanımak ve dünyamı genişletmek belki de kendimi tanımak ve kendimi genişletmek demekti. Kapı bir şüphe olmamalıydı. O bu evin bana vereceği son cevaptı. Son sorumun, ötede ne olduğunun cevabıydı. Adama teşekkür ettim, Tanrıça’nın kutsamasıyla kutsadığını ifade eden birkaç kelime mırıldandı.

Üçüncü kez kapının kulbunu tuttum. Gözlerimi kapatarak yuvarlak kulbu yavaşça çevirdim. Kapı görece kalın bir klik sesini takip eden ince bir gıcırtıyla, bir mahkumun prangalarından kurtulması gibi açıldı. Tek bir hareketimle, ufak bir kararımla dışarısı bir ihtimalden gerçekliğe dönüşmüştü. Artık bir karar verilmişti. Odada asılı kalan an, kapıyı açmamla beraber akmaya başlamıştı. Geriye dönüş yoktu. Artık saatin tik takları sadece ileriyi hatırlatıyordu. Kapı dışarıya açılan doğum kanalından farksızdı. Doğumumdan beri ilk kez kendi kordonumu kesecektim. Yenidoğan bir bebeğin, kendisini kucağına alan ilk varlığa bilinçsizce tutunması gibi gözyaşlarıyla, çırpınarak, ama aynı zamanda içgüdüsel bir umutla ihtimallere sarılmalıydım. Gözlerimi açtığımda o tanıdık yanma hissini daha yoğun bir şekilde tekrar yaşadım. Loş ışığa alışmakta zorlanan gözlerim, daha parlak bir aydınlığa çarpıp tökezledi. Aydınlık hem acı veriyor hem de tatlı bir edayla beni çağırıyordu. Bütün tereddütlerime rağmen, henüz göremediğim bu bilinmezliğe, dizginleyemediğim bir coşkuyla ilk adımımı attım. Sonra bir adım daha ve bir adım daha. Adımlarım, kararsızlığın paslanmış zincirlerini kırarak yankılandı. Artık dışarıdaydım.

My avatar

Thanks for your time. Feel free to check out my other posts or follow me via the social links in the footer.


More Posts